Ece Topuzlu'dan ilk adam gibi karikatür denemesi geliyor! Diyor ki: “Scanner’ım bozuk olduğu için fotoğraf makinesiyle çekilip daha sonra Adobe Photosop’da yoğun bir renklendirme sürecinden geçti bu karikatür”. Kendisine teşekkür ediyor ve bir sonraki çalışmasını sabırsızlıkla bekliyoruz!
Read more
Katil Olacağım!!
1500’ lü yılların ortalarından sonuna kadar geçen süreçte, yıllar sonra adının tarihin tozlu sayfalarından sarkacağından habersiz bir şekilde hayatına devam eden Elizabeth Bathory’ nin bende uyandırmış olduğu hayranlık başkadır. Bir kadının kapılabileceği en büyük korkunun esiri olmuş ve 600 kadar bakire kızın işkenceyle akıtılan kanlarıyla banyo sefası bugünümüze damgasını vurmuştur. Bu yaşamsal sıvının ona kattığı güzelliği şizofren gözleriyle gördüğüne inanan Kanlı kontesimiz kan kokusundan aldığı güçle kavuştuğu güzelliği paha biçilemez olduğunu düşünmektedir. Kanla dolu bir küvetten geçen güzellik banyosuyla hangi ruh nasıl doygunluğa ulaşır akıl erdiremiyorum. Günümüzde sınırları zorlayan fotoğraf sanatçılarının ilham kaynağı kanlı küvetten keskin bakışlar atan hatunlar Elizabeth Bathory’ nin ruhuna bürünmüyor da ne?
Elizabeth Bathory’ yi tahtından edicek bir ruhla ABD’ yi sarsan Ailen Wuornos’ un varlığından bir haber insanlar ilk kadın seri katille tanışmış oldular.
Ailen Wuornos
Zamanında yaşamış olduğu cinsel tacizlerin ruhunda yarattığı dönüşümle, ilişkiye girdiği adamları öldüren bir eşcinselle tanışıyordu insanlık. O zamanlar adına çekilecek Monster adlı bir televizyon dizisi olduğunu bilseydi kendini iyi hissederdi herhalde. Ama o da her insan evladı gibi sevdiceğinden yediği kazıkla, “aşkın gözü kördür” ü bize bir kez daha kanıtlamış yegane insanlardandır. Eğer Tyria Moore’ u bu kadar sevmeseydi, onu bir kalemde satacağını görmüş olmalıydı diye düşünüyorum. Yani kadının düşmanı yine bir kadındır. Kadının düşmanı yine bir adam da olabilir pek tabii!
1888’ de Jack the Ripper dalgasıyla sinsi sinsi yaklaşan cevapsız bir bilmecenin ağına düştü insanlık. Karın deşen Jack olarak nam salan ve tek bir kişinin işlediğine inanılmayan cinayetler serisinden geriye bir tek şal kalmıştır. Kurbanlarını boğarak öldürdükten sonra boğazlarından kulaklarına kadar keserek attığı imzayla adını tarihe kazıyan bir seri katil ya da katiller olayıdır başlı başına. Kurbanlarını öldürdükten sonra muhtelif organlarını zarfla yollama inceliğinde bulunan yardımsever bir seri katil de olabilir kendisi/ kendileri. Kim ne derse desin kendisi iyi bir cerrahtır ki kesme biçme işinde ustalığını kanıtlamıştır.
1900’ lü yıllarda Ed Gein fırtınası kopmuştu. ABD’ nin başka bir seri katili olan Ed, annesine olan düşkünlüğünden dolayı annesini kaybedince, mezardan çıkardığı ya da öldürdüğü kadınların derilerini ustaca yüzer ve kendi üzerine yerleştirip kadın gibi hissetiğini düşünürmüş. Bu durumu hiç cinsel ilişkisi olmadığına bağlayabilir miyiz bilemiyorum ama kendini nasıl hissettiği konusundaki kafa karışıklığından kurbanların ya da mezardan çıkardığı ölülerin meme uçlarından kolye ya da kafataslarından kase gibi çeşitli ev eşyaları yaparak cinayetleri sadece evini süslemek istediği için yaptığını ileri sürmüştür. Yaratıcılıkta sınır tanımayan seri katil de denebilir kendisine. İlham verdikleri arasında Chuck Parello’ da vardır.
Geldik mi seri katil tanımının ilk kez kullanıldığı, yakışıklılığı dillere destan Theodere Robert’ e ( Ted Bundy) . ABD’ li olduğu kadar saftır da kendisi. Siyah saçlı, beyaz tenli güzeller güzeli sevgilisi tarafından terk edilince dünyası şaşan Ted, önüne çıkan siyah saçlarını ortadan ayırmış, beyaz tenli her hatunu acımadan katleder. Kadınlar işte güzel erkek görmeye görsünler hemen kapılır giderler… Kara kaşından kara gözünden katil olduğu geç anlaşılmıştır ama sonu bir elektrikli sandalyede 2 dk civarı aldığı yüksek volt sonrası gelmiştir.
Ve benim favorim hatta ikna ve hakimiyet konusundaki başarısını hep kıskanacağım Charles Milles Manson gelir sahneye. Kendisi şaşırtıcı bir şekilde ABD’ lidir.. “ Bana yukarıdan bakarsanız bir aptal görürsünüz. Bana aşağıdan bakarsanız tanrıyı görürsünüz. Bana tam karşıdan bakarsanız kendinizi görürsünüz” diyen şahsiyettir. Hiçbir zaman cinayet işlememiştir. Garip bir şekilde etkisi altına aldığı insanları kullanarak bir çok kişinin ölümüne sebep olmuştur . Marilyn Manson onun soy adını alacak kadar hayranlık beslemiştir kendisine ki bu her ne kadar insanlar tarafından eleştirilse bile dikkate almamıştır. Cezasını çektiği süre içerisinde hayran kitlesi katlanmış, cezaevine yağan mektuplarla güruhunu genişletmiştir. Kendisinin bir hipnoz ustası olduğunu düşünmekteyim.
Görüldüğü üzere tarihin en sansasyonel katillerinin büyük kısmını ABD’ nin çıkarması gurur verici olasa gerek. İşte ABD’ nin seriliğiyle tüm seri katilleri gölgede bırakmış şahsiyeti . George W. B(Wush). 2000’ li yılların akıl almaz adamı. Tüm gücünü tek silaha yatırmayan , elinin ayarı olmayan, gençliğine insek de hasarı tespit edemeyeceğimiz derecede büyük olan kişi. Füzeleri, atom bombası denemeleri ile meşhur, tüm kurbanlarını savaş yöntemiyle katletmiş yegane şahsiyet. Durdurabilene aşk olsun!! Tanrı bizi gazabından korusun!!
Hazırlayan: Nilay Özel
Read more
Elizabeth Bathory’ yi tahtından edicek bir ruhla ABD’ yi sarsan Ailen Wuornos’ un varlığından bir haber insanlar ilk kadın seri katille tanışmış oldular.
Ailen Wuornos
Zamanında yaşamış olduğu cinsel tacizlerin ruhunda yarattığı dönüşümle, ilişkiye girdiği adamları öldüren bir eşcinselle tanışıyordu insanlık. O zamanlar adına çekilecek Monster adlı bir televizyon dizisi olduğunu bilseydi kendini iyi hissederdi herhalde. Ama o da her insan evladı gibi sevdiceğinden yediği kazıkla, “aşkın gözü kördür” ü bize bir kez daha kanıtlamış yegane insanlardandır. Eğer Tyria Moore’ u bu kadar sevmeseydi, onu bir kalemde satacağını görmüş olmalıydı diye düşünüyorum. Yani kadının düşmanı yine bir kadındır. Kadının düşmanı yine bir adam da olabilir pek tabii!
1888’ de Jack the Ripper dalgasıyla sinsi sinsi yaklaşan cevapsız bir bilmecenin ağına düştü insanlık. Karın deşen Jack olarak nam salan ve tek bir kişinin işlediğine inanılmayan cinayetler serisinden geriye bir tek şal kalmıştır. Kurbanlarını boğarak öldürdükten sonra boğazlarından kulaklarına kadar keserek attığı imzayla adını tarihe kazıyan bir seri katil ya da katiller olayıdır başlı başına. Kurbanlarını öldürdükten sonra muhtelif organlarını zarfla yollama inceliğinde bulunan yardımsever bir seri katil de olabilir kendisi/ kendileri. Kim ne derse desin kendisi iyi bir cerrahtır ki kesme biçme işinde ustalığını kanıtlamıştır.
1900’ lü yıllarda Ed Gein fırtınası kopmuştu. ABD’ nin başka bir seri katili olan Ed, annesine olan düşkünlüğünden dolayı annesini kaybedince, mezardan çıkardığı ya da öldürdüğü kadınların derilerini ustaca yüzer ve kendi üzerine yerleştirip kadın gibi hissetiğini düşünürmüş. Bu durumu hiç cinsel ilişkisi olmadığına bağlayabilir miyiz bilemiyorum ama kendini nasıl hissettiği konusundaki kafa karışıklığından kurbanların ya da mezardan çıkardığı ölülerin meme uçlarından kolye ya da kafataslarından kase gibi çeşitli ev eşyaları yaparak cinayetleri sadece evini süslemek istediği için yaptığını ileri sürmüştür. Yaratıcılıkta sınır tanımayan seri katil de denebilir kendisine. İlham verdikleri arasında Chuck Parello’ da vardır.
Geldik mi seri katil tanımının ilk kez kullanıldığı, yakışıklılığı dillere destan Theodere Robert’ e ( Ted Bundy) . ABD’ li olduğu kadar saftır da kendisi. Siyah saçlı, beyaz tenli güzeller güzeli sevgilisi tarafından terk edilince dünyası şaşan Ted, önüne çıkan siyah saçlarını ortadan ayırmış, beyaz tenli her hatunu acımadan katleder. Kadınlar işte güzel erkek görmeye görsünler hemen kapılır giderler… Kara kaşından kara gözünden katil olduğu geç anlaşılmıştır ama sonu bir elektrikli sandalyede 2 dk civarı aldığı yüksek volt sonrası gelmiştir.
Ve benim favorim hatta ikna ve hakimiyet konusundaki başarısını hep kıskanacağım Charles Milles Manson gelir sahneye. Kendisi şaşırtıcı bir şekilde ABD’ lidir.. “ Bana yukarıdan bakarsanız bir aptal görürsünüz. Bana aşağıdan bakarsanız tanrıyı görürsünüz. Bana tam karşıdan bakarsanız kendinizi görürsünüz” diyen şahsiyettir. Hiçbir zaman cinayet işlememiştir. Garip bir şekilde etkisi altına aldığı insanları kullanarak bir çok kişinin ölümüne sebep olmuştur . Marilyn Manson onun soy adını alacak kadar hayranlık beslemiştir kendisine ki bu her ne kadar insanlar tarafından eleştirilse bile dikkate almamıştır. Cezasını çektiği süre içerisinde hayran kitlesi katlanmış, cezaevine yağan mektuplarla güruhunu genişletmiştir. Kendisinin bir hipnoz ustası olduğunu düşünmekteyim.
Görüldüğü üzere tarihin en sansasyonel katillerinin büyük kısmını ABD’ nin çıkarması gurur verici olasa gerek. İşte ABD’ nin seriliğiyle tüm seri katilleri gölgede bırakmış şahsiyeti . George W. B(Wush). 2000’ li yılların akıl almaz adamı. Tüm gücünü tek silaha yatırmayan , elinin ayarı olmayan, gençliğine insek de hasarı tespit edemeyeceğimiz derecede büyük olan kişi. Füzeleri, atom bombası denemeleri ile meşhur, tüm kurbanlarını savaş yöntemiyle katletmiş yegane şahsiyet. Durdurabilene aşk olsun!! Tanrı bizi gazabından korusun!!
Hazırlayan: Nilay Özel
Sağlıklı İftarlar
Öncelikle siz sevgili Beton okuyucularına hayırlı ve bereketli ramazanlar diliyorum. Sağlıklı İftarlar bölümümüzde sizlere, ramazan ayı boyunca ailece büyük bir keyif içinde geçirdiğiniz iftar yemeklerini nasıl daha sağlıklı hale getirebileceğinize dair küçük tüyolar ve püf noktaları sunacağız.
Efendim biliyorsunuz, mübarek ramazan ayı bu sene beraberinde son 160 yılın en yüksek sıcaklıklarını da beraberinde getirdi. Büyük çoğunluğu müslüman olan ülkemide bu sıcaklar o çoğunluğun çok büyük bir kısmını yıldırmasa da küçük de insanların bir bölümü oruç tutmaktan (çeşitli sağlık nedenleriyle) kaçınıyor. Biz de Beton ekibi olarak bu konuya bir çare bulmak istedik.
Öncelikle, sağlıklı bir iftar yemeğinin açılışı olarak muhakkak çorba tercih edilmelidir. Sizlere önereceğimiz çorba ise Fransız usulü soğutulmuş sebze çorbası.
Hem bu sıcak yaz günlerinde soğuk yapısıyla sizi serinletecek hem de içeriğindeki türlü sebzeler vücudunuza çeşitli faydalar sağlayacaktır. Pırasa, kırmızı soğan, patates gibi sebzeler anti oksidan yapısı nedeniyle iftar sonunda yaşanacak olası şişkinlikleri de ortadan kaldıracaktır. Bununla birlikte yine içerdiği “hindistan cevizi unu” da damağınızda çok leziz bir tat bırakacak.. Mutlaka deneyin!
Unutulmamalıdır ki bir akşam yemeğini sağlıklı kılan, özenle seçilmiş ara sıcaklarıdır. Sebze ağırlıklı bir ara sıcak menüsü seçmeniz yine çok yerinde bir tercih olacak. Örneğin beyaz şarapta pişirilmiş fransız usulü baharatlı bal kabağı gerek içerdiği b2 vitamini gerekse de idrar yollarını açıcı yapısı bakımından çok lezzetli ve besin değeri yüksek bir ara sıcak bunun yanında rachlette peynirli kabak sarma da şahane bir seçim. Bununla birlikte baharatlı bal kabağının yanında servis edeceğiniz çilekli kamamber peyniri iftar sonrasında huzurlu bir akşam geçirmenize yardımcı olacaktır.
Gelelim ana yemeğe. İftar yemeğinin en dikkatli seçilmesi gereken bölümü ana yemektir. Naçizane tavsiyem rachlette peynirli kabak sarma, baharatlı bal kabağı ve çilekli kamamber peynirinden sonra yine aynı hafiflikte ve besleyicilikte bir yemek olan Provence usulü Herbesli Kuzu Pirzola tercih etmenizdir.
Provence usulü ve herbes, anti oksidan etkisiyle hem vücudunuzdan zehirli mineralleri atmanızı sağlarken aynı zamanda damak tadınızı da zenginleştirecek bir lezzet olacak. Provence usülü herbesli kuzu pirzola’nın yanında fransız usülü rokfor peynirli patates güveci tercih ederseniz hem misafirleriniz hem de sizin için unutulmaz bir iftar yemeği olacaktır.
Gelelim iftar sofralarının adeta şölen tadında geçen kısmına. Tatlı seçiminiz bu sıcak yaz günlerinde sağlığınız açısından çok önemli. Bu sebepten ağırlıklı olarak meyve içeren tatlılar seçmenizi tavsye ediyorum. Örneğin pembe şarapta marine fransız usülü kızılcıklı tatlı ekmek eşsiz bir seçim. Kızılcık anti oksidan yapısıyla iftar yemeği sonrasında yaşayabileceğiniz olası karın şişliğini ortadan kaldıracağı gibi aynı zamanda tam bir kırışık düşmanıdır. Muhakkak deneyin efendim.
Şimdilik bizden bu kadar. Umarım bu sağlıklı iftar menüsünden memnun kalmışsınızdır. Önümüzdeki yazıda görüşmek üzere.
Hayırlı Ramazanlar.
Yazan: Arda “chinaski” A.
Read more
Efendim biliyorsunuz, mübarek ramazan ayı bu sene beraberinde son 160 yılın en yüksek sıcaklıklarını da beraberinde getirdi. Büyük çoğunluğu müslüman olan ülkemide bu sıcaklar o çoğunluğun çok büyük bir kısmını yıldırmasa da küçük de insanların bir bölümü oruç tutmaktan (çeşitli sağlık nedenleriyle) kaçınıyor. Biz de Beton ekibi olarak bu konuya bir çare bulmak istedik.
Öncelikle, sağlıklı bir iftar yemeğinin açılışı olarak muhakkak çorba tercih edilmelidir. Sizlere önereceğimiz çorba ise Fransız usulü soğutulmuş sebze çorbası.
Hem bu sıcak yaz günlerinde soğuk yapısıyla sizi serinletecek hem de içeriğindeki türlü sebzeler vücudunuza çeşitli faydalar sağlayacaktır. Pırasa, kırmızı soğan, patates gibi sebzeler anti oksidan yapısı nedeniyle iftar sonunda yaşanacak olası şişkinlikleri de ortadan kaldıracaktır. Bununla birlikte yine içerdiği “hindistan cevizi unu” da damağınızda çok leziz bir tat bırakacak.. Mutlaka deneyin!
Unutulmamalıdır ki bir akşam yemeğini sağlıklı kılan, özenle seçilmiş ara sıcaklarıdır. Sebze ağırlıklı bir ara sıcak menüsü seçmeniz yine çok yerinde bir tercih olacak. Örneğin beyaz şarapta pişirilmiş fransız usulü baharatlı bal kabağı gerek içerdiği b2 vitamini gerekse de idrar yollarını açıcı yapısı bakımından çok lezzetli ve besin değeri yüksek bir ara sıcak bunun yanında rachlette peynirli kabak sarma da şahane bir seçim. Bununla birlikte baharatlı bal kabağının yanında servis edeceğiniz çilekli kamamber peyniri iftar sonrasında huzurlu bir akşam geçirmenize yardımcı olacaktır.
Gelelim ana yemeğe. İftar yemeğinin en dikkatli seçilmesi gereken bölümü ana yemektir. Naçizane tavsiyem rachlette peynirli kabak sarma, baharatlı bal kabağı ve çilekli kamamber peynirinden sonra yine aynı hafiflikte ve besleyicilikte bir yemek olan Provence usulü Herbesli Kuzu Pirzola tercih etmenizdir.
Provence usulü ve herbes, anti oksidan etkisiyle hem vücudunuzdan zehirli mineralleri atmanızı sağlarken aynı zamanda damak tadınızı da zenginleştirecek bir lezzet olacak. Provence usülü herbesli kuzu pirzola’nın yanında fransız usülü rokfor peynirli patates güveci tercih ederseniz hem misafirleriniz hem de sizin için unutulmaz bir iftar yemeği olacaktır.
Gelelim iftar sofralarının adeta şölen tadında geçen kısmına. Tatlı seçiminiz bu sıcak yaz günlerinde sağlığınız açısından çok önemli. Bu sebepten ağırlıklı olarak meyve içeren tatlılar seçmenizi tavsye ediyorum. Örneğin pembe şarapta marine fransız usülü kızılcıklı tatlı ekmek eşsiz bir seçim. Kızılcık anti oksidan yapısıyla iftar yemeği sonrasında yaşayabileceğiniz olası karın şişliğini ortadan kaldıracağı gibi aynı zamanda tam bir kırışık düşmanıdır. Muhakkak deneyin efendim.
Şimdilik bizden bu kadar. Umarım bu sağlıklı iftar menüsünden memnun kalmışsınızdır. Önümüzdeki yazıda görüşmek üzere.
Hayırlı Ramazanlar.
Yazan: Arda “chinaski” A.
Sahte Rastlantılar Yaratabiliyoruz
Bunu yaptığımızın hepimiz farkındayız, aslına bakarsanız karşımızdaki insan da bunun farkında. Ama tıpkı torunu olacağını öğrenen bir babanın bu torunun, kızı ve damadının ateşli sevişmeleri sonucu meydana geldiği gerçeğini görmezlikten gelmesi gibi, biz de karşımızdaki insanın bu tip davranışlarını görmezlikten gelebiliyoruz.
Ben de yapıyorum. Mesela mı? Her klavyedeki Print Screen tuşuna aşinasınızdır. Bir non-technologic lavuk olarak ben bu tuşu ”Şimdi napacaz lağğn?” gibi sıkıntılı zamanlarımda oldukça sık kullanıyorum. Genel ortalamaya bakılınca sorunlarım masaüstümü de kapsıyor. Hal böyle olunca benim printim screenım araç çubuğunda açık hangi site hangi program varsa, tüm bunları sinsice gözler önüne seriyor. Böyle bir durumda seniseviyom.net, evlenelimmi.com ya da sevgilimolla.co.uk(Evet İngiltere’de de türkçe bilen yalnız kalpler var) gibi siteleri hemen kapatıyor, cokentellektuelim.org adlı bir siteye giriyor ya da evrim teorisi adlı bir dosya açıyorum. Elimde değil, çok çılgınım, sanal sevgilim bile var ohoo.
Bir diğer konu ise havaların sıcak olduğu vakitler toplu taşıma araçlarında serinlemek için kullanılan dergi ve kitapların seviyesidir. Eğer dikkat ederseniz ki normal bir insan dikkat etmez efendim, bu tip durumlarda çantadan çıkan dergiler bir Haldun Dormen bazında entel kuntel şeylerdir. Asla bir Trendy, bir Salsa çıkmaz o çantadan. Böyle şeyler toplumumuzca hor görülür ve hoş karşılanmaz. Ben de bir dönem, gittiğim bir tiyatrodan aldığım broşür ile serinliyordum. Güzel zamanlardı, mevsim bahardı. Bir de bu tiyatro geyiği vardır. Sanki evrende tiyatroya gidebilen tek varlık sizmişcesine, o gün size yöneltilen tüm soruların cevaplarına tiyatro etkinliğinizi sokuşturmaktan delice bir zevk alırsınız.
-Abi bugün oraya gidelim mi?
-Yok ben gelemem, tiyatroya gidicem, ne sandın tiyatro tabi, uf ne biçim bişey o öyle ya, tiyatro.
-Kamilecim(ben isim atacağım vakitler hep bu ismi kullanırım) bugün hangi dersler var biliyo musun?
-Bilmiyorum bebem bugün tiyatroya gidicem ondan yani.
Yine bir örnek verecek olursak, ortak dinlenen mp3’ler şahane bir güzelleme olacaktır. Böyle zamanlarda, arkadaş ile ortak dinlenilen bir mp3’te Serdar Ortaç’ın Poşet şarkısı çalınmamalıdır. O yüzden bu gibi durumlara önceden hazırlanılmalıdır, dikkat edin bunlara. Mesela benim mp3’ümde apayrı bir dosya var, kulaklığın paylaşıldığı anlarda dinlenilmesi için hazırlanmış.
Duyar gibiyim. Bunları senden başkası yapmıyor ki yarraam diyebiliteniz var. Eh, haklı da olabilirsiniz. Her şey mümkün.
Melike Işcan
Read more
Ben de yapıyorum. Mesela mı? Her klavyedeki Print Screen tuşuna aşinasınızdır. Bir non-technologic lavuk olarak ben bu tuşu ”Şimdi napacaz lağğn?” gibi sıkıntılı zamanlarımda oldukça sık kullanıyorum. Genel ortalamaya bakılınca sorunlarım masaüstümü de kapsıyor. Hal böyle olunca benim printim screenım araç çubuğunda açık hangi site hangi program varsa, tüm bunları sinsice gözler önüne seriyor. Böyle bir durumda seniseviyom.net, evlenelimmi.com ya da sevgilimolla.co.uk(Evet İngiltere’de de türkçe bilen yalnız kalpler var) gibi siteleri hemen kapatıyor, cokentellektuelim.org adlı bir siteye giriyor ya da evrim teorisi adlı bir dosya açıyorum. Elimde değil, çok çılgınım, sanal sevgilim bile var ohoo.
Bir diğer konu ise havaların sıcak olduğu vakitler toplu taşıma araçlarında serinlemek için kullanılan dergi ve kitapların seviyesidir. Eğer dikkat ederseniz ki normal bir insan dikkat etmez efendim, bu tip durumlarda çantadan çıkan dergiler bir Haldun Dormen bazında entel kuntel şeylerdir. Asla bir Trendy, bir Salsa çıkmaz o çantadan. Böyle şeyler toplumumuzca hor görülür ve hoş karşılanmaz. Ben de bir dönem, gittiğim bir tiyatrodan aldığım broşür ile serinliyordum. Güzel zamanlardı, mevsim bahardı. Bir de bu tiyatro geyiği vardır. Sanki evrende tiyatroya gidebilen tek varlık sizmişcesine, o gün size yöneltilen tüm soruların cevaplarına tiyatro etkinliğinizi sokuşturmaktan delice bir zevk alırsınız.
-Abi bugün oraya gidelim mi?
-Yok ben gelemem, tiyatroya gidicem, ne sandın tiyatro tabi, uf ne biçim bişey o öyle ya, tiyatro.
-Kamilecim(ben isim atacağım vakitler hep bu ismi kullanırım) bugün hangi dersler var biliyo musun?
-Bilmiyorum bebem bugün tiyatroya gidicem ondan yani.
Yine bir örnek verecek olursak, ortak dinlenen mp3’ler şahane bir güzelleme olacaktır. Böyle zamanlarda, arkadaş ile ortak dinlenilen bir mp3’te Serdar Ortaç’ın Poşet şarkısı çalınmamalıdır. O yüzden bu gibi durumlara önceden hazırlanılmalıdır, dikkat edin bunlara. Mesela benim mp3’ümde apayrı bir dosya var, kulaklığın paylaşıldığı anlarda dinlenilmesi için hazırlanmış.
Duyar gibiyim. Bunları senden başkası yapmıyor ki yarraam diyebiliteniz var. Eh, haklı da olabilirsiniz. Her şey mümkün.
Melike Işcan
So close… No matter how far…
Nothing Else Matters.
Rock&metal müzik dinlemiş her bünyenin yolunun geçtiği bir şarkı olmasının yanında bu tarzlarla alakası olmayan birçok insanın da mp3çalarında, bilgisayarında ya da geçmişte 90’lık kasedinde, karışık bunalım cd’sinde bulunan bir şarkı. Metallica denince birçok insanın aklına gelen ilk şarkı. Metallica dinlemiş birçok insanın ilk gözağrısı. Ama çok piyasa. Çok bilindik. Çok basit… Ayağa düşmüş!
Evet, birçoğumuzun ilk gözağrısı, bizi metallica’yla ve dolayısıyla metalle tanıştıran o şarkı ölüyor! Tüketiyoruz. Beğenmiyoruz onu. Dalga geçiyoruz. Hem şarkıyla, hem dinleyeniyle… Yüzüne tükürüyoruz. Hakir görüyoruz bu şarkıyı. “Ahaha o ne lan ayağımla bile çalarım o şarkıyı gitarda ahaha!” şeklinde cümlelerle onu aşağılıyoruz. Ve hepimiz suçluyuz. Sen! Ben! O! ( “Biz, siz, onlar” demiyeceğim korkma.) Hepimiz!
Oysaki lisede, yüzü sivilcelerle dolu ve daha bıyıklarını aldırmamış kız arkdaşın seni aldattığında bu şarkıya sığınmıştın. Peki ya sen genç bayan? Sen daha 14 yaşındayken, sırf 18’ini doldurmuş diye aşık olduğun Berkut seni, eski bir grup tişörtünü yer bezi yapan annenin kullandığı gibi kullandığında, hangi şarkıyı dinledin? Peki ya sen!? En yakın arkadaşın havuza ters atlarken kafasını betona çarpıp, bitkisel hayata girdiğinde evde hangi şarkıya sığındın? Gözyaşlarınızı emdi lan bu şarkı. Kağıt havlu gibi emdi o gözlerinizden akan yaşı. James tam 4.53’te “Yeea, Yeaaah!” derken güç verdi size. Derdinize derman oldu!
Ama insanoğlu çiğ süt emmiş işte. Yılan gibisiniz. En zor anlarınızda yanınızda olmuş, ayrılık acısının, terkedilmişliklerin, yaşanmışlıkların ve tüm duygusal zamanların soundtracki olup döndü bu şarkı. O “Yeaa, Yeeaaah!” olmasa, en zor anınızda o gücü almamış olsanız belki de şu anda sokakta dileniyordunuz. Kötü yola düşmüştünüz. Ama şu an herbiriniz hayata karşı dik duran insanlarsınız. Kim sayesinde? Bu şarkı sayesinde. Evet bunları hepinize söylüyorum. Sana, sana, sana hepinize be! (Hababam Ahmet Rage’i geldi bi an…)
Geçen hafta Metallica dinlemeye başlayan 12 yaşındaki komşumuz Muzaffer’in, bu hafta bana gelip, “Buğra abi nothing else matters çok piyasa bi şarkı yeaa!” demesiyle aydınlandı her şey. “Evet!” dedim. “Bu şarkıya karşı sorumluluklarımız var. Ödememiz gereken bir borcumuz var.”
Haydi sevgili dostlar. Hiç değilse o eski günlerin anısına bu şarkıyı zor günlerinden kurtaralım. Ona yalnız olmadığını hissettirelim. Yeniden sevelim onu. Yeniden mp3çalarlara atalım. Yeniden severek dinleyelim. İnanıyorum, bunu başarabiliriz…
Buğra “Ceyyar” Ö.
Read more
Rock&metal müzik dinlemiş her bünyenin yolunun geçtiği bir şarkı olmasının yanında bu tarzlarla alakası olmayan birçok insanın da mp3çalarında, bilgisayarında ya da geçmişte 90’lık kasedinde, karışık bunalım cd’sinde bulunan bir şarkı. Metallica denince birçok insanın aklına gelen ilk şarkı. Metallica dinlemiş birçok insanın ilk gözağrısı. Ama çok piyasa. Çok bilindik. Çok basit… Ayağa düşmüş!
Evet, birçoğumuzun ilk gözağrısı, bizi metallica’yla ve dolayısıyla metalle tanıştıran o şarkı ölüyor! Tüketiyoruz. Beğenmiyoruz onu. Dalga geçiyoruz. Hem şarkıyla, hem dinleyeniyle… Yüzüne tükürüyoruz. Hakir görüyoruz bu şarkıyı. “Ahaha o ne lan ayağımla bile çalarım o şarkıyı gitarda ahaha!” şeklinde cümlelerle onu aşağılıyoruz. Ve hepimiz suçluyuz. Sen! Ben! O! ( “Biz, siz, onlar” demiyeceğim korkma.) Hepimiz!
Oysaki lisede, yüzü sivilcelerle dolu ve daha bıyıklarını aldırmamış kız arkdaşın seni aldattığında bu şarkıya sığınmıştın. Peki ya sen genç bayan? Sen daha 14 yaşındayken, sırf 18’ini doldurmuş diye aşık olduğun Berkut seni, eski bir grup tişörtünü yer bezi yapan annenin kullandığı gibi kullandığında, hangi şarkıyı dinledin? Peki ya sen!? En yakın arkadaşın havuza ters atlarken kafasını betona çarpıp, bitkisel hayata girdiğinde evde hangi şarkıya sığındın? Gözyaşlarınızı emdi lan bu şarkı. Kağıt havlu gibi emdi o gözlerinizden akan yaşı. James tam 4.53’te “Yeea, Yeaaah!” derken güç verdi size. Derdinize derman oldu!
Ama insanoğlu çiğ süt emmiş işte. Yılan gibisiniz. En zor anlarınızda yanınızda olmuş, ayrılık acısının, terkedilmişliklerin, yaşanmışlıkların ve tüm duygusal zamanların soundtracki olup döndü bu şarkı. O “Yeaa, Yeeaaah!” olmasa, en zor anınızda o gücü almamış olsanız belki de şu anda sokakta dileniyordunuz. Kötü yola düşmüştünüz. Ama şu an herbiriniz hayata karşı dik duran insanlarsınız. Kim sayesinde? Bu şarkı sayesinde. Evet bunları hepinize söylüyorum. Sana, sana, sana hepinize be! (Hababam Ahmet Rage’i geldi bi an…)
Geçen hafta Metallica dinlemeye başlayan 12 yaşındaki komşumuz Muzaffer’in, bu hafta bana gelip, “Buğra abi nothing else matters çok piyasa bi şarkı yeaa!” demesiyle aydınlandı her şey. “Evet!” dedim. “Bu şarkıya karşı sorumluluklarımız var. Ödememiz gereken bir borcumuz var.”
Haydi sevgili dostlar. Hiç değilse o eski günlerin anısına bu şarkıyı zor günlerinden kurtaralım. Ona yalnız olmadığını hissettirelim. Yeniden sevelim onu. Yeniden mp3çalarlara atalım. Yeniden severek dinleyelim. İnanıyorum, bunu başarabiliriz…
Buğra “Ceyyar” Ö.
Bilmem Kaçıncı Yılında Türk Televizyonculuğu
Yukarıda yer alan fotoğrafa, windows 95’e ne bileyim kernel32’ye aşina bir nesiliz biz. Ah “80’lerin sonu vah 90’ların başı” tuzağına düşmemek için böyle bir girizgah yapıyorum tabi (ancak yazının devamında Bizimkiler’e değineceğim gerçeğini değiştirmiyor bu durum).
Tek kanallı dönemi doyasıya yaşayamamış olmamız ve Türkiye’nin ilk özel televizyası InterStar’ın (şimdi ki adı ile Star Tv) doğuşunu, gelişimini gün be gün yaşamış olmamızdan mütevellit, o 80 sonu 90 başı nesil olarak Türk Televizyonculuğu ile ahkam kesmemiz de şüphesiz gayet normal karşılanacaktır.
İlk etapta bizim yaşadığımız televizyon hayatı akşam en geç 9’da sona eriyordu, ki 9 bile bir çoğumuz için çok iyimser bir saat bunu kabul etmemiz gerekiyor. Ne seyrediyorduk? Net olarak hatırladığım benim Bizimkiler var elbette. Bugün 90’lar ile ilgili yapılan geyiklerde başı çeken dizidir Bizimkiler.
90’lar, geyik falan diyoruz da, büyük bir çoğunluğun çocukluğu ile ilgili hatırladığı en net hatıralardan biriydi bu dizi. Belki alternatifi yoktu, belki de gerçekten çok kaliteli bir yapımdı kişiden kişiye değişir bu yorum fakat bir şekilde seyredildi yani. Katil, Cemil, Sabri Bey, Ali falan derken hala net hatırlanıyor o replikler vs.
Özel televizyonların kurulması ile birlikte Bizimkiler’in alternatifsizliği ya da kaliteliliği de bir nevi baltalanmış oldu. Bu noktadan sonrası önemli.
Belirtmem gerekiyor, özel televizyonların baştan ayağa kötü olduğunu anlatmak gibi bir niyetim yok. Ama şahaneydi falan da demeyeceğim. Şüphesiz bu yeni kanalların da bugün hala akıllarda yer etmiş ürünleri (iyi veya kötü) mevcut.
Kanal D mesela… birçok erkeğe Şeker Kız Candy’nin kaçta başladığını kaçta bittiğini dolaylı olarak öğretmiştir (dolaylı olarak diyorum zira erkeklerin neredeyse tamamı Tsubasa’cıydı..Kaptan Tsubasa!!) Ya da Show Tv… Tutti Frutti’yi izlemeyen erkek bulmak bugün hemen hemen imkansızdır, ki hatırlarsanız Show Tv’nin Bizimkiler’i trt’den transfer etmesi de o zaman için büyük bir hamle idi.
Sonra devir değişti. Bizimkiler devri kapandı.
Kaygısızlar… Bizimkiler’in alternatifi olabilecek en büyük adaydı o dönemde ki öyle de oldu. Fatih Solmaz, Gani Müjde (tam emin değilim ama Selçuk Erdem’de bu grubun içinde olabilir) gibi mizahçıların elinden çıktı ve çok uzun süre büyük beğeniyle izlendi (hatta bir süre sonra -uzun bir süre sanırım- sitcom versiyonu oldu kaygısızların ona bile itiraz eden çok değildi).
Bizimkiler ve Kaygısızlar’dan evrilen dizi anlayışı 10 yıl öncesinde törecilik, ağacılık dizileri ile değişik bir şekil aldı. Türkücü abilerin hemen hepsi (Mahsun Kırmızıgül, Emrah, Özcan Deniz…) bir ağalı, töreli diziye imzasını attı. Bu töre dizilerinin ilki ise neydi? Fırat’dı. İbrahim Tatlıses, Aydemir Akbaş.. hatırlayın bunları.
Ağa dizileriyle de bir müddet idare edildi tabi. Sıla, Asmalı Konak, Zerda, Kınalı Kar.. falan filan. Gerçi Kınalı Kar daha bi türk filmi havasındaydı. Köye gelen öğretmen mi doktor mu neyse artık..
Yıllar ilerledikçe kalite anlayışı da değişti tabi. Kötü anlamda tabi. Yurt dışından getirilen ve bir şekilde türkçeleştirilen yapımların bazıları iyiydi, bazıları iyi olabilirdi, bazılarının ise iyi olması mümkün değildi.
Tabi kötü ürünlerle muhatap olan türk televizyon izleyicisi, o büyük kitle, zaman zaman gayet başarılı, kaliteli yapımlarla da haşır neşir oldu.
Avrupa yakası! Bütün o ağa, mafya ve benzeri dizilerin arasından bir şekilde ayrıldı. Gülse Birsel’in kaleminden çıkan bu dizi pek çok kaliteli oyuncuyu da bünyesinde barındırması hasebiyle 6 sezon boyunca kaçırılmadan izlendi ve hatta hala çeşitli video paylaşım sitelerinden ısrarla izleniyor, hala televizyonda dönen tekrar bölümleri gayet sağlam reytingler alabiliyor.
Bizimkiler’den Avrupa Yakasına kadar geçen süre diziler bir şekilde insanları değerlendirme aracı olarak da kullanıldı. Bir kesim hala Kurtlar Vadisi izleyen insanları kıro olmak ile nitelendirebiliyor mesela…
Neyse efendim, bugünün “dizicilik” anlayışı ise klasik türk romanlarını senaryolaştırmak ve/veya cnbc-e’de oynayan dizilere öykünmek noktasına bir şekilde geldi.
Yanlışım yok ise Yaprak Dökümü ile başladı bu. Ardından ismini dahi hatırlamadığım bir çok “unutulmaz eser” dizi olarak izleyicinin önüne konuldu. Hatta işin trajikomik yönü de bu dizilerin aynı zamanda magazinel bir boyutunun da olmasıydı. Zaten sonunun ne olduğu bilnen hikayeler magazin programlarında “SONUNDA NE OLACAK???” şeklinde kullanıldı, güldük ettik, geçti.
Aşk-ı Memnu, TRT’nin bir projesi olarak annelerimiz, teyzelerimi tarafından izlenebildiği için yukarıdaki grubun biraz daha dışında kalıyor tabi. Ama biraz. Sonuçta aynı ticari kaygının bir ürünüydü. İzleyiciden gelen tepki, reyting bazında yapımcıları, kanalı vs. ihya etti. Bihter ile yatıp Behlül ile kalkmanın kimisi acısını çekti, kimisi kederini yaşadı… Ha bu arada kabul etmek gerekir ki, klasik türk romanlarının kaymağını en çok yiyen kanal da Kanal D olmuştur.
Neyse çok uzatmayayım kısa keseyim istiyorum.
Türk televizyonculuğunun şahit olduğumuz kısmı ile ilgili kendi çapımda bir özet çıkardım. Bugün Türkiye’nin ilk televizyonu ve tabi devletinde televizyonu olan TRT’nin sergilediği büyük vizyonsuzluklar ile muhatap olurken (evrimi yalanlayan balık ile ilgilili birşeyler hatırlıyor musunuz bilemiyorum ama son dönemin en büyük zorlamaları olarak Süper Ramazan ve yanlışlıkla orucunu bozan çocuk konulu çizgi filmler kolay hatırlanabilir diye düşünüyorum.) bir şekilde imam cemaat ilişkisi kurarak özel televizyonların kalitesiz ürünlerini daha kolay kabullenebiliyoruz.
Şunu açıklığa kavuşturmak gerekiyor; herkes istediği şeyi seyretmekte özgürdür. Özel televizyonlar bir anlamda televizyon dünyası içinde serbest piyasa ortamını sağlamıştır, iyi de olmuştur. Okan Bayülgen dahil herhangi biri çıkıp da size “televizyon izlemeyin aptallaşıyorsunuz” diyemez bu yüzden. Hatta bunu kalkıp televizyondan doğru derse de komik duruma düşer, üzgünüm. Ancak benim naçizane önerim izlediğiniz şeyi ya vakit geçirmek için izleyin ya da ibret almak için. Hayatınızın bi parçası yapmayın. Sabah akşam o izlediğiniz şeyleri konuşmayın. Konuşulması gereken daha ciddi şeyler vardır emin olun.
Not: İşbu yazıyı okuyanların, x diziyi atlamışsın, şu diziyi de söyleyeydin keşke şeklindeki yorumları için şimdiden teşekkür ediyorum fakat bilmeliler ki kısa bir özetdi bu. ve onlardan bahsetmek de çok daha uzun bir yazıyla karşı karşıya kalmanıza neden olabilir, yazıyı okumamanıza neden olabilirdi. Bu konuda herhangi birinize hayal kırıklığı yaşatırsam kusuruma bakmayın. durum böyle.
Yazan: Arda “chinaski” A.
Read more
Tek kanallı dönemi doyasıya yaşayamamış olmamız ve Türkiye’nin ilk özel televizyası InterStar’ın (şimdi ki adı ile Star Tv) doğuşunu, gelişimini gün be gün yaşamış olmamızdan mütevellit, o 80 sonu 90 başı nesil olarak Türk Televizyonculuğu ile ahkam kesmemiz de şüphesiz gayet normal karşılanacaktır.
İlk etapta bizim yaşadığımız televizyon hayatı akşam en geç 9’da sona eriyordu, ki 9 bile bir çoğumuz için çok iyimser bir saat bunu kabul etmemiz gerekiyor. Ne seyrediyorduk? Net olarak hatırladığım benim Bizimkiler var elbette. Bugün 90’lar ile ilgili yapılan geyiklerde başı çeken dizidir Bizimkiler.
90’lar, geyik falan diyoruz da, büyük bir çoğunluğun çocukluğu ile ilgili hatırladığı en net hatıralardan biriydi bu dizi. Belki alternatifi yoktu, belki de gerçekten çok kaliteli bir yapımdı kişiden kişiye değişir bu yorum fakat bir şekilde seyredildi yani. Katil, Cemil, Sabri Bey, Ali falan derken hala net hatırlanıyor o replikler vs.
Özel televizyonların kurulması ile birlikte Bizimkiler’in alternatifsizliği ya da kaliteliliği de bir nevi baltalanmış oldu. Bu noktadan sonrası önemli.
Belirtmem gerekiyor, özel televizyonların baştan ayağa kötü olduğunu anlatmak gibi bir niyetim yok. Ama şahaneydi falan da demeyeceğim. Şüphesiz bu yeni kanalların da bugün hala akıllarda yer etmiş ürünleri (iyi veya kötü) mevcut.
Kanal D mesela… birçok erkeğe Şeker Kız Candy’nin kaçta başladığını kaçta bittiğini dolaylı olarak öğretmiştir (dolaylı olarak diyorum zira erkeklerin neredeyse tamamı Tsubasa’cıydı..Kaptan Tsubasa!!) Ya da Show Tv… Tutti Frutti’yi izlemeyen erkek bulmak bugün hemen hemen imkansızdır, ki hatırlarsanız Show Tv’nin Bizimkiler’i trt’den transfer etmesi de o zaman için büyük bir hamle idi.
Sonra devir değişti. Bizimkiler devri kapandı.
Kaygısızlar… Bizimkiler’in alternatifi olabilecek en büyük adaydı o dönemde ki öyle de oldu. Fatih Solmaz, Gani Müjde (tam emin değilim ama Selçuk Erdem’de bu grubun içinde olabilir) gibi mizahçıların elinden çıktı ve çok uzun süre büyük beğeniyle izlendi (hatta bir süre sonra -uzun bir süre sanırım- sitcom versiyonu oldu kaygısızların ona bile itiraz eden çok değildi).
Bizimkiler ve Kaygısızlar’dan evrilen dizi anlayışı 10 yıl öncesinde törecilik, ağacılık dizileri ile değişik bir şekil aldı. Türkücü abilerin hemen hepsi (Mahsun Kırmızıgül, Emrah, Özcan Deniz…) bir ağalı, töreli diziye imzasını attı. Bu töre dizilerinin ilki ise neydi? Fırat’dı. İbrahim Tatlıses, Aydemir Akbaş.. hatırlayın bunları.
Ağa dizileriyle de bir müddet idare edildi tabi. Sıla, Asmalı Konak, Zerda, Kınalı Kar.. falan filan. Gerçi Kınalı Kar daha bi türk filmi havasındaydı. Köye gelen öğretmen mi doktor mu neyse artık..
Yıllar ilerledikçe kalite anlayışı da değişti tabi. Kötü anlamda tabi. Yurt dışından getirilen ve bir şekilde türkçeleştirilen yapımların bazıları iyiydi, bazıları iyi olabilirdi, bazılarının ise iyi olması mümkün değildi.
Tabi kötü ürünlerle muhatap olan türk televizyon izleyicisi, o büyük kitle, zaman zaman gayet başarılı, kaliteli yapımlarla da haşır neşir oldu.
Avrupa yakası! Bütün o ağa, mafya ve benzeri dizilerin arasından bir şekilde ayrıldı. Gülse Birsel’in kaleminden çıkan bu dizi pek çok kaliteli oyuncuyu da bünyesinde barındırması hasebiyle 6 sezon boyunca kaçırılmadan izlendi ve hatta hala çeşitli video paylaşım sitelerinden ısrarla izleniyor, hala televizyonda dönen tekrar bölümleri gayet sağlam reytingler alabiliyor.
Bizimkiler’den Avrupa Yakasına kadar geçen süre diziler bir şekilde insanları değerlendirme aracı olarak da kullanıldı. Bir kesim hala Kurtlar Vadisi izleyen insanları kıro olmak ile nitelendirebiliyor mesela…
Neyse efendim, bugünün “dizicilik” anlayışı ise klasik türk romanlarını senaryolaştırmak ve/veya cnbc-e’de oynayan dizilere öykünmek noktasına bir şekilde geldi.
Yanlışım yok ise Yaprak Dökümü ile başladı bu. Ardından ismini dahi hatırlamadığım bir çok “unutulmaz eser” dizi olarak izleyicinin önüne konuldu. Hatta işin trajikomik yönü de bu dizilerin aynı zamanda magazinel bir boyutunun da olmasıydı. Zaten sonunun ne olduğu bilnen hikayeler magazin programlarında “SONUNDA NE OLACAK???” şeklinde kullanıldı, güldük ettik, geçti.
Aşk-ı Memnu, TRT’nin bir projesi olarak annelerimiz, teyzelerimi tarafından izlenebildiği için yukarıdaki grubun biraz daha dışında kalıyor tabi. Ama biraz. Sonuçta aynı ticari kaygının bir ürünüydü. İzleyiciden gelen tepki, reyting bazında yapımcıları, kanalı vs. ihya etti. Bihter ile yatıp Behlül ile kalkmanın kimisi acısını çekti, kimisi kederini yaşadı… Ha bu arada kabul etmek gerekir ki, klasik türk romanlarının kaymağını en çok yiyen kanal da Kanal D olmuştur.
Neyse çok uzatmayayım kısa keseyim istiyorum.
Türk televizyonculuğunun şahit olduğumuz kısmı ile ilgili kendi çapımda bir özet çıkardım. Bugün Türkiye’nin ilk televizyonu ve tabi devletinde televizyonu olan TRT’nin sergilediği büyük vizyonsuzluklar ile muhatap olurken (evrimi yalanlayan balık ile ilgilili birşeyler hatırlıyor musunuz bilemiyorum ama son dönemin en büyük zorlamaları olarak Süper Ramazan ve yanlışlıkla orucunu bozan çocuk konulu çizgi filmler kolay hatırlanabilir diye düşünüyorum.) bir şekilde imam cemaat ilişkisi kurarak özel televizyonların kalitesiz ürünlerini daha kolay kabullenebiliyoruz.
Şunu açıklığa kavuşturmak gerekiyor; herkes istediği şeyi seyretmekte özgürdür. Özel televizyonlar bir anlamda televizyon dünyası içinde serbest piyasa ortamını sağlamıştır, iyi de olmuştur. Okan Bayülgen dahil herhangi biri çıkıp da size “televizyon izlemeyin aptallaşıyorsunuz” diyemez bu yüzden. Hatta bunu kalkıp televizyondan doğru derse de komik duruma düşer, üzgünüm. Ancak benim naçizane önerim izlediğiniz şeyi ya vakit geçirmek için izleyin ya da ibret almak için. Hayatınızın bi parçası yapmayın. Sabah akşam o izlediğiniz şeyleri konuşmayın. Konuşulması gereken daha ciddi şeyler vardır emin olun.
Not: İşbu yazıyı okuyanların, x diziyi atlamışsın, şu diziyi de söyleyeydin keşke şeklindeki yorumları için şimdiden teşekkür ediyorum fakat bilmeliler ki kısa bir özetdi bu. ve onlardan bahsetmek de çok daha uzun bir yazıyla karşı karşıya kalmanıza neden olabilir, yazıyı okumamanıza neden olabilirdi. Bu konuda herhangi birinize hayal kırıklığı yaşatırsam kusuruma bakmayın. durum böyle.
Yazan: Arda “chinaski” A.
Senden Çocuğum Olsun İstiyorum! Peki Ama Neden?
Uzun zamandır Berdan Mardini’nin bu şarkıda ne anlatmak istediğini sorguluyordum, sanırım cevaba ulaştım. Önce o güzide şarkıyı hatırlayalım :
”Seni tanıdığım gün ömrümün en güzel günüdür
Saçların hoyrat dağların en asi gülüdür
Senden çocuğum olsun istiyorum
Gözleri senin gibi baksın
Görenlerin içini yaksın bakışları
Özü sözü bir aynı benim gibi
Biraz deli tıpkı senin gibi
Her sözüyle aşkımız gibi
Eritsin kara kışları
Senin için senin için
Bu dünyanın ipini çekerim
Saçlarının bir tek teli için
Tanımam ki herşeyi silerim
Bilirsin her bir şeyimsin benim
Gözümden sakındığımsın
Yüreğimin en kuytusunda
Kendime sakladığımsın”
Şarkının sözlerini okuduk ve anlamaya çalıştık, fakat hala bir soru var kafamızda, ”kadın ya da adam çocuk yapma yetisine sahip değil ise/ler bu kalıbına sığmayan aşkın sonu ne olurdu?” Şimdi Arthur Schopenhauer’in ”Aşkın Metafiziği” adlı başyapıtından konuya ışık tutan bir bölümü okuyalım ve Berdan’ın asıl sıkıntısını, daha doğrusu aşk denilen olgunun asıl anlamını kavrayalım :
”(…) Bütün aşklar, istedikleri kadar uçarı, tensellikten, dünyevilikten uzak, ayakları yerden kesik görünsünler, sadece cinsel dürtüde temellenirler; evet, hatta bu aşıklık hali, sadece daha yakından belirlenmiş, daha özelleşmiş, hatta sözcüğün en dar anlamıyla bireyselleşmiş cinsel dürtüdür. (…) Bütün aşk oyunlarının son amacı, bunlar ister alçak topuklu ayakkabılar, ister yüksek topuklular üzerinde oynansın, insan hayatındaki bütün diğer amaçlardan daha önemlidir; böylece tayin edilecek olan, en azından, bir sonraki kuşağın yapısal nitelikleridir (bileşimidir). (…) bu hayranlık istediği kadar nesnel ve kendisini yücelten bir badananın arkasına saklansın, her aşık olma durumunda, belli bileşim niteliklerine sahip bir bireyin üretilmesinin amaç olarak kovalandığı bellidir. (…) İki sevenin birbirine gittikçe artan eğilimleri bile, bunların meydana getirebilecekleri ve getirmeyi arzu ettikleri bu yeni bireyin yaşama iradesidir. Bunun tersine cinsler arasındaki karşılıklı, kararlı ve değişmez isteksizlik, antipati, nefret ve soğukluk; bunların birlikte meydana getirebilecekleri şeyin, arızalı, fizyolojik yapısı kötü organize olmuş, kendi içinde uyumsuz, mutsuz bir varlıktan öte bir şey olmayacağının göstergesidir. (…) İşte ancak bu amacı hakiki amaç yerine koyduğumuzda, sevilen nesnenin elde edilmesi uğruna katlanılan onca sonu gelmez zahmet ve dert, onca tatsız ayrıntı, onca zorluk, duruma denk düşen bir görünüm kazanabilirler.”
Ferit Linoğlu
Read more
”Seni tanıdığım gün ömrümün en güzel günüdür
Saçların hoyrat dağların en asi gülüdür
Senden çocuğum olsun istiyorum
Gözleri senin gibi baksın
Görenlerin içini yaksın bakışları
Özü sözü bir aynı benim gibi
Biraz deli tıpkı senin gibi
Her sözüyle aşkımız gibi
Eritsin kara kışları
Senin için senin için
Bu dünyanın ipini çekerim
Saçlarının bir tek teli için
Tanımam ki herşeyi silerim
Bilirsin her bir şeyimsin benim
Gözümden sakındığımsın
Yüreğimin en kuytusunda
Kendime sakladığımsın”
Şarkının sözlerini okuduk ve anlamaya çalıştık, fakat hala bir soru var kafamızda, ”kadın ya da adam çocuk yapma yetisine sahip değil ise/ler bu kalıbına sığmayan aşkın sonu ne olurdu?” Şimdi Arthur Schopenhauer’in ”Aşkın Metafiziği” adlı başyapıtından konuya ışık tutan bir bölümü okuyalım ve Berdan’ın asıl sıkıntısını, daha doğrusu aşk denilen olgunun asıl anlamını kavrayalım :
”(…) Bütün aşklar, istedikleri kadar uçarı, tensellikten, dünyevilikten uzak, ayakları yerden kesik görünsünler, sadece cinsel dürtüde temellenirler; evet, hatta bu aşıklık hali, sadece daha yakından belirlenmiş, daha özelleşmiş, hatta sözcüğün en dar anlamıyla bireyselleşmiş cinsel dürtüdür. (…) Bütün aşk oyunlarının son amacı, bunlar ister alçak topuklu ayakkabılar, ister yüksek topuklular üzerinde oynansın, insan hayatındaki bütün diğer amaçlardan daha önemlidir; böylece tayin edilecek olan, en azından, bir sonraki kuşağın yapısal nitelikleridir (bileşimidir). (…) bu hayranlık istediği kadar nesnel ve kendisini yücelten bir badananın arkasına saklansın, her aşık olma durumunda, belli bileşim niteliklerine sahip bir bireyin üretilmesinin amaç olarak kovalandığı bellidir. (…) İki sevenin birbirine gittikçe artan eğilimleri bile, bunların meydana getirebilecekleri ve getirmeyi arzu ettikleri bu yeni bireyin yaşama iradesidir. Bunun tersine cinsler arasındaki karşılıklı, kararlı ve değişmez isteksizlik, antipati, nefret ve soğukluk; bunların birlikte meydana getirebilecekleri şeyin, arızalı, fizyolojik yapısı kötü organize olmuş, kendi içinde uyumsuz, mutsuz bir varlıktan öte bir şey olmayacağının göstergesidir. (…) İşte ancak bu amacı hakiki amaç yerine koyduğumuzda, sevilen nesnenin elde edilmesi uğruna katlanılan onca sonu gelmez zahmet ve dert, onca tatsız ayrıntı, onca zorluk, duruma denk düşen bir görünüm kazanabilirler.”
Ferit Linoğlu
Boş zamanlarımda biraz salağım
Eskiden salak bir insan evladıydım. Nerede olmayacak bir iş var, ben oradaydım. Bir ara toparlar gibi oldum. Dünya klasiklerini okumaya başladım. Sanatsal değeri olan işler yapmaya çabaladım. Tolstoy, Dostoyevski falan okudum. Ama beynim yetmedi. Bıraktım. Şimdilerde ise kim, kimi döver? Kim, kime laf sokar gibi şeylerle ilgileniyorum. Dedem görse “Evladım şuursuz musun sen? Aklın mı yok senin? Koskoca fakültede okuyorsun, uğraştığın işlere bak!” der. Ama bence çok zevkli.
Ne zaman bir şeyler düşünebilecek kadar boş zamanım olsa, kendi kendime birilerini kapıştırıyorum. İlk başlarda, Batman mi siker? Ironman mi? gibi klasik kapışmalar yapıyordum. Zaman ilerledikçe, daha ilginç gibi olan kapışmalar yapmaya başladım. Mesela arkadaş ortamında durup dururken, “Facebook’taki Like tuşu mu olmak istersin? Yoksa Google’daki Kendimi Şanslı Hissediyorum tuşu mu?” gibi salak saçma sorular sorup, son derece gereksiz kapışamaların ve muhabbetlerin kapısını aralıyorum.
Aslında her ne kadar saçma olsa da, herkesin inceden hoşuna gittiğini, seve seve eşlik ettiğini farkettim. Ama bu kapışmaları internet ortamına hiç taşımamıştım. Her soru olmasa da, bazı sorular, insanları tanımak için güzel bir alternatif. Tamam kabul ediyorum herkese sorulabilecek türden sorular değil. Ama ne mutlu ki sürekli tespih sallayan veya Facebook’ta büyüklü küçüklü yazılarla ifade edilen gruplara üye olan arkadaşlarım pek yok. Sonuçta böyle bir soruyu,kahvede zaman geçirmeyi seven bir arkadaşa sorarsam, “Siktir git .mına koyim çoluk çocukla mı uğraşıcam” gibi bir şey der. E haklı da tabi. Yarrak haklı. Nereye haklı lan. Az biraz da eğlensin şu hayatta.
Bu olaya giriş yazısını bu kadar uzatmamın sebebi, ara ara bu kapıştırmaları yapacak olmamdı. Sonra durup dururken saçma bir kapıştırma yaptığımda “Sen ne diyorsun Allah aşkına?” diyip kalbimi kırmayın. Şimdi önce beni tanıyın. Bir kaç kapıştırma yapıp kendim yorumlayacağım. Bu arada, e ben bunu zaten hep yapıyorum diyenler olabilir. Biz de arkadaş ortamında yüzlercesini yaptık daha önce. Ama en ufak bir denge problemi olunca kalp kırıyoruz. Yani birisinin karşısına verilen rakip, aynı kulvarda olmayabilir lakin, aynı değer sahip olmalı. Bir de en sevdiğim kapıştırma türü şu; İki tane rakip seçeceksiniz ve hangisi gitsin diye soracaksınız. Gitsin dediğiniz seçenek hiç var olmamış olacak. İnsanlığa kazandırdığı her şeyle birlikte hiç var olmamış olacak. Misal;
0
+Mfö mü gitsin, Yeni Türkü mü?
-Ben ikisini de çok seviyorum. Birbirlerinden ayıramayacak kadar. Hatta ikisinin de gitmesini istemem. Yeni Türkü, Mfö gibi eğlendirebilir ama Mfö, Yeni Türkü gibi hüzünlendiremez gibi geliyor. Çok zor bir karar da olsa Mfö gitsin diyorum.
Bir tane daha gelsin:
+Michael Jackson mı gitsin, Madonna mı?
-Gördüğünüz gibi, Michael Jackson’ın ölmüş olması bir sorun yaratmıyor kapıştırabilmek için. Dünyadan tamamen silinmiş olacak. Ama bana sorarsanız, Maykıl Ceksın yanında, Madonna siktirsin gitsin.
Kapışmalara giriş yazısı olarak şimdilik bunların kâfi olacağını düşünüyorum. Bir sonraki yazı da sadece kapışmalardan oluşan bir yazı hazırlayacağım.
Evren Demirkutlu (torbaci sirin)
Read more
Ne zaman bir şeyler düşünebilecek kadar boş zamanım olsa, kendi kendime birilerini kapıştırıyorum. İlk başlarda, Batman mi siker? Ironman mi? gibi klasik kapışmalar yapıyordum. Zaman ilerledikçe, daha ilginç gibi olan kapışmalar yapmaya başladım. Mesela arkadaş ortamında durup dururken, “Facebook’taki Like tuşu mu olmak istersin? Yoksa Google’daki Kendimi Şanslı Hissediyorum tuşu mu?” gibi salak saçma sorular sorup, son derece gereksiz kapışamaların ve muhabbetlerin kapısını aralıyorum.
Aslında her ne kadar saçma olsa da, herkesin inceden hoşuna gittiğini, seve seve eşlik ettiğini farkettim. Ama bu kapışmaları internet ortamına hiç taşımamıştım. Her soru olmasa da, bazı sorular, insanları tanımak için güzel bir alternatif. Tamam kabul ediyorum herkese sorulabilecek türden sorular değil. Ama ne mutlu ki sürekli tespih sallayan veya Facebook’ta büyüklü küçüklü yazılarla ifade edilen gruplara üye olan arkadaşlarım pek yok. Sonuçta böyle bir soruyu,kahvede zaman geçirmeyi seven bir arkadaşa sorarsam, “Siktir git .mına koyim çoluk çocukla mı uğraşıcam” gibi bir şey der. E haklı da tabi. Yarrak haklı. Nereye haklı lan. Az biraz da eğlensin şu hayatta.
Bu olaya giriş yazısını bu kadar uzatmamın sebebi, ara ara bu kapıştırmaları yapacak olmamdı. Sonra durup dururken saçma bir kapıştırma yaptığımda “Sen ne diyorsun Allah aşkına?” diyip kalbimi kırmayın. Şimdi önce beni tanıyın. Bir kaç kapıştırma yapıp kendim yorumlayacağım. Bu arada, e ben bunu zaten hep yapıyorum diyenler olabilir. Biz de arkadaş ortamında yüzlercesini yaptık daha önce. Ama en ufak bir denge problemi olunca kalp kırıyoruz. Yani birisinin karşısına verilen rakip, aynı kulvarda olmayabilir lakin, aynı değer sahip olmalı. Bir de en sevdiğim kapıştırma türü şu; İki tane rakip seçeceksiniz ve hangisi gitsin diye soracaksınız. Gitsin dediğiniz seçenek hiç var olmamış olacak. İnsanlığa kazandırdığı her şeyle birlikte hiç var olmamış olacak. Misal;
0
+Mfö mü gitsin, Yeni Türkü mü?
-Ben ikisini de çok seviyorum. Birbirlerinden ayıramayacak kadar. Hatta ikisinin de gitmesini istemem. Yeni Türkü, Mfö gibi eğlendirebilir ama Mfö, Yeni Türkü gibi hüzünlendiremez gibi geliyor. Çok zor bir karar da olsa Mfö gitsin diyorum.
Bir tane daha gelsin:
+Michael Jackson mı gitsin, Madonna mı?
-Gördüğünüz gibi, Michael Jackson’ın ölmüş olması bir sorun yaratmıyor kapıştırabilmek için. Dünyadan tamamen silinmiş olacak. Ama bana sorarsanız, Maykıl Ceksın yanında, Madonna siktirsin gitsin.
Kapışmalara giriş yazısı olarak şimdilik bunların kâfi olacağını düşünüyorum. Bir sonraki yazı da sadece kapışmalardan oluşan bir yazı hazırlayacağım.
Evren Demirkutlu (torbaci sirin)
60 Saniye
Öyle ki;
Ben mesela 60 saniyede 1906’ya dönüp, Paris’teki tarihin ilk sinema gösterimine hınzırca sızıp, kendimi perdeye yansıtabilirim. Tarihin ilk sinema filmi benim perdedeki pis sırıtışımdan ibaret olabilir. O kadar çok sırıtırım ki; ardımda 550 yıllık sırıtış rezervi bırakırım bütün dünyaya. 1945’e dönüp saniyeler sonra bir ülkenin kaderini değiştirmek üzere atılmış ilk atom bombasını kucaklayabilirim. Bir bebek gibi kundaklayıp, uyutabilirim onu. Bunu gören diğer bomba da kardeşinin yaptığını yapabilir, uysallaşabilir. Ben 60 saniyede 1945’e dönüp her uranyum atomunun çekirdeğini bir bir yiyebilirim. 1939’a dönerek Almanlar Polonya’yı işgal ederken yolda ordularını yurdurup ”ehliyet / ruhsat beyler ehe” diyebilirim. Ben 60 saniyede ölüm kusan bir ordudan kaçıp, arkama dönüp 60.000 kurşun yememe aldırmadan hepsine ”nanik” yapabilirim. 60 saniyede olayları karıştırabilirim. Katrina kasırgasına, Tarihte ceylan sekmeleri misali hoplayıp, zıplayabilirim. idamlara, sosyal adaletsizliklere bira ısmarlayabilirim. Pastanede ay çöreği yedirebilirim bazılarına, onlarla uzlaşabilirim. Aslında üzerlerine hiç yakışmayan kıyafetler giydiklerinde yüzlerine bakmadan, duygularımı belli etmeden ”güzele ne yakışmaz” diyebilirim, ruhlarını okşayabilirim felaketlerin, ayna tutabilirim olmayan güzelliklerine, ”ne kilosu canım, gayet iyi görünüyorsun” diyebilirim. Sonra yine sekebilirim, konulardan konulara dalabilirim, hepsini birbirine karıştırabilirim, sevgili ilan edebilirim onları. 6 çocuk yapmalarını sağlayabilirim. Sonra 60 saniyede bütün Kadıköy’ü baştan aşağı dolaşabilirim ben. Moda’dan fırlattığım bumerang’ın Boğa’nın üzerinde karşılayabilirim, bütün yokuşları binlerce kez çıkabilirim, vapur iskelesinden bahariyeye çıkmam mı? oho bebek işi, oldu bilin. Bütün kaldırım taşlarını dişlerimle sökebilir, iki kalbe bir güzel manzara yaratabilirim. anı dondururum ben orda siz ne diyorsunuz ki? Moda yaşlılarının toplam yaşam süreleri kadar kahkaha atabilirim 60 saniyede. ”ha ha ha” derim. Güldüren ne verdiyse artık. Bütün otobüs duraklarını 60 saniyede dolaşabilir, bütün minüslere biner, paraüstümü almadan, onlar oradan hareket etmeden içlerini terkederim. İsmi kamil olan biriyle dalga geçilmemesi gerektiğinin dersini 60 saniyede öğretebilirim. Kamil insan yapabilirim bir mahalleyi 60 saniyede.Felaketlerle haşır neşir olup, kıyametlerle sevgili olabilirim 60 saniyede. ”Bazı şeyleri yapmak bir ömür alabiliyor” cümlesinin içine 60 saniyelik mutluluk sıkıştırabilirim. 60 saniyede gazeteler benden bahsedebilir, bir ömrü 60 saniyeye sığdırabilirim. Yaptığımda haberiniz olur, şimdilik haberiniz olmasın. Gözlerinizden öpüyorum.
Murat ”greatdilemma” C.
Read more
Ben mesela 60 saniyede 1906’ya dönüp, Paris’teki tarihin ilk sinema gösterimine hınzırca sızıp, kendimi perdeye yansıtabilirim. Tarihin ilk sinema filmi benim perdedeki pis sırıtışımdan ibaret olabilir. O kadar çok sırıtırım ki; ardımda 550 yıllık sırıtış rezervi bırakırım bütün dünyaya. 1945’e dönüp saniyeler sonra bir ülkenin kaderini değiştirmek üzere atılmış ilk atom bombasını kucaklayabilirim. Bir bebek gibi kundaklayıp, uyutabilirim onu. Bunu gören diğer bomba da kardeşinin yaptığını yapabilir, uysallaşabilir. Ben 60 saniyede 1945’e dönüp her uranyum atomunun çekirdeğini bir bir yiyebilirim. 1939’a dönerek Almanlar Polonya’yı işgal ederken yolda ordularını yurdurup ”ehliyet / ruhsat beyler ehe” diyebilirim. Ben 60 saniyede ölüm kusan bir ordudan kaçıp, arkama dönüp 60.000 kurşun yememe aldırmadan hepsine ”nanik” yapabilirim. 60 saniyede olayları karıştırabilirim. Katrina kasırgasına, Tarihte ceylan sekmeleri misali hoplayıp, zıplayabilirim. idamlara, sosyal adaletsizliklere bira ısmarlayabilirim. Pastanede ay çöreği yedirebilirim bazılarına, onlarla uzlaşabilirim. Aslında üzerlerine hiç yakışmayan kıyafetler giydiklerinde yüzlerine bakmadan, duygularımı belli etmeden ”güzele ne yakışmaz” diyebilirim, ruhlarını okşayabilirim felaketlerin, ayna tutabilirim olmayan güzelliklerine, ”ne kilosu canım, gayet iyi görünüyorsun” diyebilirim. Sonra yine sekebilirim, konulardan konulara dalabilirim, hepsini birbirine karıştırabilirim, sevgili ilan edebilirim onları. 6 çocuk yapmalarını sağlayabilirim. Sonra 60 saniyede bütün Kadıköy’ü baştan aşağı dolaşabilirim ben. Moda’dan fırlattığım bumerang’ın Boğa’nın üzerinde karşılayabilirim, bütün yokuşları binlerce kez çıkabilirim, vapur iskelesinden bahariyeye çıkmam mı? oho bebek işi, oldu bilin. Bütün kaldırım taşlarını dişlerimle sökebilir, iki kalbe bir güzel manzara yaratabilirim. anı dondururum ben orda siz ne diyorsunuz ki? Moda yaşlılarının toplam yaşam süreleri kadar kahkaha atabilirim 60 saniyede. ”ha ha ha” derim. Güldüren ne verdiyse artık. Bütün otobüs duraklarını 60 saniyede dolaşabilir, bütün minüslere biner, paraüstümü almadan, onlar oradan hareket etmeden içlerini terkederim. İsmi kamil olan biriyle dalga geçilmemesi gerektiğinin dersini 60 saniyede öğretebilirim. Kamil insan yapabilirim bir mahalleyi 60 saniyede.Felaketlerle haşır neşir olup, kıyametlerle sevgili olabilirim 60 saniyede. ”Bazı şeyleri yapmak bir ömür alabiliyor” cümlesinin içine 60 saniyelik mutluluk sıkıştırabilirim. 60 saniyede gazeteler benden bahsedebilir, bir ömrü 60 saniyeye sığdırabilirim. Yaptığımda haberiniz olur, şimdilik haberiniz olmasın. Gözlerinizden öpüyorum.
Murat ”greatdilemma” C.
Ramazan 2010
-Açlık değil de susuzluk çok koyuyor be abi...
-Günler çok uzun ya. Havalar da sıcak.
Bu cümleler son günlerde bayağı bir popüler. Oruç tutanların ve tutmak isteyip, tutamayanların en çok yakındığı konular. Ama Beton-Webzine adına yaptığım araştırma ile size ibretlik bir paylaşımda bulunacağım.
http://ezan.mollacami.com/ramazan-imsakiye/oslo-imsakiyesi.html
Yukarıda gördüğünüz linkte Norveç-Oslo'ya ait imsakiyeyi görüyorsunuz. Durum ne kadar vahim değil mi? Yirmi saate yakın oruç tutma, kalan dört saat içinde "iftar mı yapacağım, sahur mu? Teravihi ne ara kılacağız? E sigarası var, çayı var..." gibi sorulara yanıt arama... Ramazan ayında, Norveçli müslümanların bir günü bu şekilde geçiyor. Ne kadar zor değil mi?
O yüzden sevgili okurlardan ricam, oruç tutarken çok fazla yakınmamaları. Evet zor ama empati yapın be kardeşim. Oradaki oruçluyu da düşünün. İşte o zaman içiniz daha ferah olacak.
Hayırlı ramazanlar. Işık ve sevgi ile kalın...
Buğra "Ceyyar" Ö.
Read more
-Günler çok uzun ya. Havalar da sıcak.
Bu cümleler son günlerde bayağı bir popüler. Oruç tutanların ve tutmak isteyip, tutamayanların en çok yakındığı konular. Ama Beton-Webzine adına yaptığım araştırma ile size ibretlik bir paylaşımda bulunacağım.
http://ezan.mollacami.com/ramazan-imsakiye/oslo-imsakiyesi.html
Yukarıda gördüğünüz linkte Norveç-Oslo'ya ait imsakiyeyi görüyorsunuz. Durum ne kadar vahim değil mi? Yirmi saate yakın oruç tutma, kalan dört saat içinde "iftar mı yapacağım, sahur mu? Teravihi ne ara kılacağız? E sigarası var, çayı var..." gibi sorulara yanıt arama... Ramazan ayında, Norveçli müslümanların bir günü bu şekilde geçiyor. Ne kadar zor değil mi?
O yüzden sevgili okurlardan ricam, oruç tutarken çok fazla yakınmamaları. Evet zor ama empati yapın be kardeşim. Oradaki oruçluyu da düşünün. İşte o zaman içiniz daha ferah olacak.
Hayırlı ramazanlar. Işık ve sevgi ile kalın...
Buğra "Ceyyar" Ö.
Ford Alert!
"Kanka otobüs dolu geldi! Hadi yine iyisin."
Otobüslerde "Noluyo yaaağ!" şeklinde bir feryat ile başlayan kavgalar son günlerde bayağı bir arttı, siz de farketmişsinizdir. Peki Neden? Neden erkekler fordçuluk yapar? Fordçuyu nasıl tanırız? Fordçudan nasıl korunuruz? Hanımlar şimdiki bölüm sizi bayağı bir ilgilendiriyor!
Fordçu ismi nereden geliyor? Efendim eskiden ülkemizdeki minibüslerde ford markasının egemenliği söz konusuymuş. Çiçek Abbas filmini hatırlayın. İşte o minibüs. İçi dar ve basık bir tavana sahip. Dolayısıyla ayaktaki yolcular, kalabalık etkisi ile birbirine çok yakınlaşıyor. İşte ilk fordçuların çıkışı da bu döneme denk geliyor. Minibüse binen sapıtıyor. Ford markası bu eyleme ismini veriyor.
Peki erkekler neden fordçuluk yapar? Abazanlık bunun başlıca sebebi tabi ki. İkinci etmen olarak ise sapıklık göze çarpıyor. Hayatı boyunca bir kadınla en fazla 3 cm yaklaşabilen erkekler, bu tarz yakınlaşmaları ateşli bir orgazm dozunda yaşıyorlar. Bu noktada ergenlere de dikkat etmeniz lazım. Hangi sosyo-kültürel seviyeden gelirse gelsin 15-16 yaşındaki sivilceli bir çocuk tehlikelidir. Günün yarısını mastürbasyonla geçiren birisi de bu tarz sürtüşme durumlarını kendi beyninde farklı malzemelere alet edebiliyor.
Bir fordçuyu nereden tanırız? Gözlerinden. Faltaşı gibi açılmış, avına kenetlenen bir leopar gibi bakıyor. Tabi ki vücudunuzun tahmin ettiğiniz bölgelerine dikmiş bakışlarını. Kendilerini belli edecekleri ikinci yer pantolonlarının önündeki kabarıklık. Ama size çok yaklaştıklarında bunu görmeniz zor tabi. Eğer arkanıza yaklaşmışsa nefes alış-verişinden de kendisini tespit edebilirsiniz.
Peki nasıl korunulur? Eğer çantanız biraz büyükse ağzını sıkı sıkı kapadıktan sonra arkanızı kapatacak şekilde asın. Bu, onları sarımsak koklatılmış vampire dönüştürecektir. (True Blood vampiriyse iş değişebilir ama!)
Eğer üstünüzde tayt, mini şort gibi bu insanların iştahını kabartacak giysiler varsa sırtınızı duvara dayayacak moda gelmeniz lazım. Beli kapatamazsanız onlar için ayağı sakatlanmış bir ceylan, bir antilop gibisinizdir. Kaplan gibi saldırırlar. O yüzden kalabalık otobüs hatlarının olduğu yerlerde yolculuk yapacağınız zaman bu tarz giysileri tercih etmeyin.
Ola ki fordu hissettiniz? Ne yapacaksınız? Hiç öyle "Çıııhh üffff..." şeklinde tepkiler vermeyin. "Oooo nazlanıyor!" tribine girer olaylar farklı noktalara gelir. Sert bir dönüş yapın ve çantanızla dürtün. Eğer hareketlerine bariz bir şekilde devam ediyorsa, yüksek bir ses ile "Noluyor lan!?" diyerek bir tepki verin. Cevap verirse açıklama yapmadan, bağırarak "Terbiyesiz herif. Ne olduğunun farkındasın" tarzı otobüsteki halkı galeyana getirecek tepkiler verin. "Hanfendi rahatsız mı etti, terbiyesizlik mi yaptı?" şeklinde gelen sorulara onaylayıcı baş hareketleri ile karşılık verirken "terbiyesiz herif ya" gibi laflarla söylenmeye devam edin. Zaten az sonra dayağı yiyecektir. "Çekilir misiniz lütfeeeeğn?" gibi tepkiler de pek işe yaramayacaktır unutmayın.
Bu vampirlerin kalbine tahta kazık sokup, onlara bitirici hareketi yapacağınız cümle ise "Senin anan bacın yok mu lan!?" muhabettidir. Olay her türlü lehinize döner.
Evet bayanlar biliyorum özgür giyinmek hakkınız. Yaz günü çok kapanmak istemiyorsunuz, havalar sıcak. Ya da dekolteyi seviyorsunuz kime ne? Ama zalımlar, appaçiler, abazan avcılar ve sivilceli ergenler için durum öyle değil. Toplumdaki erkeklerin çoğu abazanlığı aşmış değil. Bu yüzden bu tarz yakınlaşmalara izin vermeyin. Dişli olun. Bir Supergirl, bir Catwoman bir She-Hulk olun adeta! Ve zalımlara, kahpelere cezalarını bildirin.
Buğra "Ceyyar" Ö.
8. Yılında Penguen
Şahsi olarak Leman ve L-Manyak ile başlayan karikatür hayatımdan oldukça memnunum. Belki Avanak Avni'yi okuyamadım ancak elimin altında her zaman okuyup gülebileceğim bir Kunteper bir Deli Cevat ne bileyim bir Robinson ve Cuma hala mevcut.
Zaman geçtikçe Leman'da yetişen küçük gruplar dallanıp budaklanıp farklı başarılı hadiselere imza attılar, ki içlerinde beni en az cezbeden ATOM dahi zamanın şartlarına göre gayet başarılı tirajlara sahipti (tabi bu satış rakamları dönem için hala Leman ve L-Manyak ile yarışamayacak durumdaydı, o ayrı).
Artan çeşitlilik okuyucu güruhunun daha fazlasını istemesine de sebep oldu ve o dönem şartları dahilinde en büyük ayrılık Lombak'ın ortaya çıkması ile yaşandı. Fatih Solmaz ve Bahadır Baruter önderliğinde pek çok genç/yaşlı çizer, Leman grubundan ayrılıp kariyerlerini Lombak çatısı altında devam ettirdiler. Bu ayrılık Leman grubunun benim gözümde bugün hala devam eden büyük gözden düşüşünün de en büyük mimarı oldu.
Neyse o dönem ile ilgili genişçe bilgi hali hazırda bugün mizah dergilerini takip eden herkesin zihninde mevcut. Bu noktada mizah dergiciliğinin en önemli adımlarından biri olan Penguen'e ve daha sonrasında bugün her hafta çeşitli gazete bayilerinden ısrarla istediğim Uykusuz'a dikkat çekmek istiyorum.
Penguen'in çıkacağı haberini Hürriyet'in pazar ekinden almış olan ben birhayli sevinmiştim. Akabinde bu sevinç Penguen'in kuruluşundan yaklaşık 5 yıl sonrasında, Uykusuz'un çıkacağı haberini aldığımda daha da artarak kendini göstermişti.
Şimdi öncelikle bu yazıyı "Penguen dergisi kötüdür, almayın, okumayın" demek için yazmadığımı belirtmek istiyorum. Bu yazıyı yazmamın sebebine gelince de tek sebebinin gçen hafta aldığım Penguen olduğunu söylemek boynumun borcudur.
Uykusuz'a kadar geçen süre boyunca Penguen okumak su içmek, yemek yemek gibi ihtiyaçlarım arasına hızlıca giriş yapmıştı. Hoş o kadronun bu tarz bir ihtiyaca dönüşmemesi de bir hayli saçmalık olurdu ya neyse. O dönemde Penguen okurken duyduğum hazzı tarif etmem pek mümkün değil, ki bugün bile Uykusuz okurken aldığım haz o dönemin Penguen'lerini okurken yakaladığım hazzın yanına dahi yaklaşamayacaktır. Çünkü haftalık bir mizah dergisinin içinde insanların bir aylık mizah ihtiyacını giderebilecek döküman mevcut idi.
Geçtiğimiz hafta içerisinde, 8. yılında Penguen dergisinin gelmiş olduğu nokta ile ilgili ciddi sıkıntılarım olduğunu anladım. aynı anda Uykusuz'da almıştım ve bir anda kendimi "iki resim arasındaki 7 fark"ı çözmeye çalışırken buldum.
Türk toplumu için emeğe saygı esastır. Ancak o an beklentimin o kadar altında bir ürünle muhatap oldum ki emeğe olan saygının da gözardı edilebileceğini bir kez daha (çok acı bir şekilde :)) görmüş oldum. Kendi içinden çıkmış/yetişmiş ikinci bir derginin amiyane tabirle "çakması" durumna düşmüş bir Penguen okumak zorunda kalışıma da lanet ettim açıkcası. Hakaret olarak algılanmasını istemem ancak öyle bir his bıraktı ki Penguen ancak böyle tarif edilebilir herhalde.
Erdil Yaşaroğlu, Uykusuz'un çıkışı ile ilgili sorulan bir soruya karşılık olarak "herkes -hepimiz- bir gün kendi dergimizi kurmak ister ama bunun için biraz büyümek gerekiyor. bu arkadaşlar (uykusuz'u çıkaran güruh) bize göre henüz emekleme dönemindeyken böyle bir işe kalkıştılar" demişti (ya da buna benzer bir şekilde anlatmıştı durumu).
Bugün ise Erdil Yaşaroğlu'nun o anki ögüveninin dergiye yansımıyor olmasını görmek ise hakikaten kötü hissettiriyor bana. Derginin her bölümü Uykusuz'un başarısız birer kopyasıymış gibi geliyor. Patates Baskı'nın, zamanın Dumur Detayları'nın başarısız bir devamı olduğunu görmek üzüyor. Boynuzun kulağı geçmesini takdir ediyor olsam da, haftalık dergiler içerisinde en fazla keyfi alarak okuduğum Penguen'in geçilen kulak olmasını, Penguen'e konduramıyorum.
Umuyorum ki Erdil Yaşaroğlu ve beraberindekiler bu aksaklıkların farkına varırlar da kısa süre içinde büyük önlem planları üretebilirler. Aksi takdirde yakın zaman içerisinde bir devin daha çöküşünü, kayboluşunu izleyeceğimizi düşünüyorum.
Not: Uykusuz gibi bir mecmuayı bizlere ulaştıran ve daha genel olarak bugün Türkiye'de mizah seviyesini belli bir sınırın üzerine çekebilmeyi başaran, bir anlamda ufuk açan, zihin geliştiren insanlara (ustaların, abilerin) teşekkürü bir borç biliyor ve hepsinin beyinlerinden nazikçe öpüyorum.
Not 2: Tarih ile ilgili yanlışlar düzeltilmiştir. İşbu yanlışlıkları dalgınlığıma ve aceleciliğime vermeniz ise en büyük temennimdir :)
Yazan: Arda "chinaski" A.
There is no VİZYON!
her hafta ve her ay olmak üzere düzenli periyotlarla önce haftanın daha sonra haftalık bültenlerden yararlanarak ayın vizyonsuz hamlelerini seçeceğimiz, en güzelinden bir top3 yapıp şenleneceğimiz ve kim bilir belki ödül bile vereceğimiz köşemizin ilkine hoşgeldiniz sayın Beton okurları.
bu köşe de siz okuyucular (interaktiviteyi taçlandırmak için katılımcılar diye de düşünüyoruz sizi) ile birlikte seçilen vizyonsuzlukların analizini, şusunu busunu falan da enlemesine veyahut boylamasına olmak üzere tartışmak istemekteyiz tabi ki.
Gelelim ilk sayının ilk 3 vizyonsuzluğuna!!!!!!!
1 - 118 80 Reklamları!
son 1 ay içinde televizyon izlerken, reklam aralarında sıklıkla karşımıza çıkan 118 80 reklamları Top3'ün zirvesine oturuyor.
mevcut durum iktidar eleştirisine kadar gideceği için bu konu ile ilgili yorumlarımızı BETON ekibi olarak kendimize saklıyor ve reklamların vizyonsuzluğundan bahsetmek istiyoruz.
118 forma numaralı oyuncu arkadaşı "Benim Annem Bir Melek" isiml dizideki Hopa'lı çaycı rolüyle hatırlıyoruz. 80 forma numaralı arkadaşı ise kusura bakmasın ben çıkaramıyorum bir yerden ki zaten çıkarıyor olmam da pek anlam ifade etmiyor. önemli olan bu denli vizyonsuz bir iş için seçilmiş olmaları.
İlk reklam itibarı ile aynı taksiyi durduran sarı t-shirt'lü iki genç koşar adımlarla taksiye farklı kapılardan biniyorlar. ve sonra t-shirt lerine bakıp 3'er kez 118 - 80 diyorlar. ve böylece firmanın tanıtımını yapmış oluyorlar. İkinci reklam itibarı ile işler iyice çığrından çıkıyor. gençlerden biri şöföre doğru eğilip "abi ne yapıyorsun çok hızlı gidiyorsun 118 le gidiyorsun naabıyosun manyak mısın?" diyor. taksici de NE YAPAYIM diye soruyor. Diğeri de duruyor mu? hayır. yapıştırıyor cevabı "80 le git" diyor. ve firmanın tanıtımı yine yapılmış oluyor.
reklam dünyasının Okan Bayülgen seslendirmeli deterjan reklamlarından sonra yaşadığı en büyük vizyonsuzlukardan birine imza attıklarıı için hem bu iki arkadaşa, hem de reklam fikrini ortaya atan reklamcı arkadaşa BETON olarak sevgilerimizi yolluyoruz.
2- Süper Ramazan
TRT'nin Ramazan Ayı sürprizi olan Süper Ramazan Top3'de ikinci sıradaki haklı yerini kimselere kaptırmıyor.
"Annesinin pide alması için fırına gönderdiği Ramazan, kuyrukta beklerken kafasına pide fırınında kullanılan küreğin sapı çarpınca bayılır. Ayıldığında ise kendini Ramazan ayında insanların sıkıntılarını gideren onlara yardım eden süper kahraman olarak bulan Ramazan'ın öncelikle bir kostüme ihtiyacı vardır..."
TRT gibi bir medya kuruluşunun (kaldı ki bilindiği üzere bir devlet kurumudur da) bu tarz basit bir iman projesini oldukça vizyonsuz bulduk. Gene olarak Kanal 7'ye yakıştırdığımız "dini çizgi film" vizyonsuzluğunu Türkiye'nin ilk yayın kuruluşundan görmek biraz iç burksa da Konfüçyus'un bir deyişini hatırlatmak isterim; Viyzyonsuzluk, vizyonsuzluktur.
Not: Mahya'da yazan Hoşgeldin Ramazan'ın HOŞ ve DİN hecelerinin çıkartılıp da "GEL RAMAZAN" olarak lanse edilmesi ise nasıl bir manyaklıktır bilemiyoruz.
detay için bkz; http://www.ntvmsnbc.com/id/25123810/
3 - BORDO!! MAVİ!!! EN BÜYÜK!!! APAAÇİİ!
Öncelikle başlık için hiçbir trabzonsporlu insanın alınmamasını rica ediyoruz. Top3'nin son sırasına yerleşmeyi başaran bu sosyal paylaşım ağı vizyonsuzluğuna imza atan kişi veya kişiler hakkında bir bilgimiz yok fakat "Atatürk X takımlıydı" geyiğine bin katarak yapılmış bir kolaj, bizim için vizyonsuzluğun dorukları oldu.
Verilmek istenen mesajı tam olarak anlamasak da, fanatizmin tepe noktasını yaşattığı için bu sosyal paylaşım ağı vizyonsuzlarını el üstünde tutuyor, bronz madalya ile taçlandırıyoruz.
Hazırlayan; Arda "chinaski" A. - Buğra "ceyyar" Ö.
İşte Gerçek Sosyal Sorumluluk! (Caps included)
Referandum tarihi yaklaştıkça insanlar, konu ile ilgili daha fazla bilgiye sahip olmak istiyor. Ancak siyasi liderler bu doğrutuda hareket etmeyi pek istemiorlar ya da daha da kötüsü bu konuda herhangi birşey yapamıyorlar (neden daha kötüsü olduğunu merak eden düşünerek en doğru cevabı bulacaktır). Hal böyleyken de toplumun belirli bir kesimi kendine bu konuda bir görev biçiyor. Kendini sorumlu hissediyor.
Geçtiğimiz günlerde Taksim'de yaşanan ilginç bir olay ise bu durumun en güçlü kanıtı. 80'li yaşlarında olduğunu düşündüğümüz İsmail Amca'nın İstiklal'de dağıttığı el ilanı ile Beton Haber Ekibi olarak ilgimizi çekti. Dağıttığı el ilanında İsmail Amca, Kemal Kılıçdaroğlu'nun herkese yeteceğini, hayırlısıyla yaklaşan referandumda tüm Türkiye'nin AKP iktidarının yüzüne Hayır cevabını tokat gibi yapıştıracağını belirtiyor (ima ya da idda ediyor aynı zamanda).
Sizin için bu el ilanını tarttık ve sıcağı sıcağına paylaşıyoruz. (Çalışkan tavrı için Buğra "ceyyar" Ö.'ye özellikle teşekkürler). İşte o el ilanı;
Read more
Geçtiğimiz günlerde Taksim'de yaşanan ilginç bir olay ise bu durumun en güçlü kanıtı. 80'li yaşlarında olduğunu düşündüğümüz İsmail Amca'nın İstiklal'de dağıttığı el ilanı ile Beton Haber Ekibi olarak ilgimizi çekti. Dağıttığı el ilanında İsmail Amca, Kemal Kılıçdaroğlu'nun herkese yeteceğini, hayırlısıyla yaklaşan referandumda tüm Türkiye'nin AKP iktidarının yüzüne Hayır cevabını tokat gibi yapıştıracağını belirtiyor (ima ya da idda ediyor aynı zamanda).
Sizin için bu el ilanını tarttık ve sıcağı sıcağına paylaşıyoruz. (Çalışkan tavrı için Buğra "ceyyar" Ö.'ye özellikle teşekkürler). İşte o el ilanı;
El ilanında kendisini "Nüktedar İsmail Kırdar" olarak tanıtan İsmail Amca'nın ne kadar samimi olduğunu elbetteki bilemiyoruz. Ancak yaptığı işi telefon numarasını verebilecek kadar ciddiye aldığının farkındayız. Ekip olarak telefon numarasını sansürlemeyi düşündüysek de el ilanının sahibi olarak İsmail Amca'nın sansür ile ilgili bir sorununun olmayacağına karar verdik.
Hey Gelir Kemal Aga Hey Gelir! Kemal Aga Türkiye'ye Tam Gelir!
Beton Haber Ajansı
Efsane; Robert Nesta Marley (nam-ı diğer Bob Marley) 1.bölüm
Tam adıyla Robert Nesta Marley, 1945'te St Ann'de doğdu (iyi ki doğdun Bob Marley). Bob'un bugün insanlar için bu kadar önemli olmasının en önemli sebeplerinden biri Joe Higgs ile tanışması oldu. Joe Higgs Bob Marley'e armoni öğretip şarkılarını nasıl düzenleyeceğini öğretmişti. Rastafarianizm'i ise Mortimer Planno ile tam anlamıyla öğrendi denilebilir. Planno'nun Bob Marley için bir diğer önemi ise onu Alvin Patterson ile tanıştırmış olmasıydı. Patterson dönemin en önemli reggae davulcularından biriydi.
Bugün reggae denilince akla gelen ikinci büyük isim de şüphesiz Peter Tosh (Peter McIntosh)'dur. Bob ve Peter'ın müzikal anlamda tanışması ya da bir araya gelmesi 1964'te beraber kurdukları "Wailing Rude Boys" grubu ile gerçekleşti.
Kısa bir amerika macerasından sonra (1 sene kadar) Jamaika'ya geri dönen Marley, 1968 yılı itibarı ile tam anlamıyla birşeyler yapmaya başladı denilebilir. Bu dönemde the Wailers ile Upsetters (Lee Perry) bir araya gelerek, bugün reggae severler için çok büyük önem teşkil eden birkaç şarkıyı kaydetti. Bu şarkılar neydi diye merak edenleriniz olduğunu varsayıyorum; 400 Years, Get up Stand up, Trench Town Rock...
Bu kayıtlar sayesinde Bob Marley and The Wailers, büyük reggae firmalarından biri olan Island Record ile tanışma şansını yakalamıştı.
Island Record'un öncelikli amacı reggae müziğinin sabit bir dinleyici kitlesine değil, daha fazlasına sahip olmasını sağlamaktı. Bu sebeple aceleye getirilmiş, küçük birkaç şarkı yerine, iyi çalışılmış, diğer müziklerle adaptasyonu sağlanmış, uzun vadede üretilmiş şarkılar üzerine yoğunlaşıldı. Bu noktada Island Record'un sahibi Chris Blackwell gruba her türlü esnekliği göstermiş ve onları yaptıkları iş için cesaretlendirmeyi ihmal etmemişti.
Ve sonunda Catch a Fire piyasaya çıktı. Bob Marley ve The Wailers Island Record ile çalışmanın meyvelerini kısa sürede toplamaya başladı. konserler, reklamlar ve buna benzer tüm promosyon çalışmaları plak şirketi tarafından başarıyla gerçekleştirildi. Bununla birlikte bu albüm için önemli bir nokta da, şarkı sözlerinde hiçbir şekilde sansüre maruz kalmamalarıydı.
"Ev'rytime I hear the crack of a whip,
My blood runs cold.
I remember on the slave ship,
How they brutalize the very souls." (Bob Marley and The Wailers - Catch a Fire)
Kaynak; Dick Hedbdige - Kes Yapıştır/Kültür, Kimlik ve Karayip Müziği
Yazan: Arda "chinaski" A.
Not: Bu kadar büyük bir müzik adamını daha geniş ifade etmek gerekirse dünya adamını tek bir yazıyla sınırlamak hem çok güç hem de çok ayıp olacaktı. yazının 2. bölümü (kim bilir belki de 3 - 4) kısa süre sonra Beton Webzine'da yerini alacaktır.
Modanın kalbi Beylikdüzü'nde atıyor!
Moda kentsel yaşantının ve kent kültürünün önemli bir parçası. Özellikle de İstanbul gibi büyük şehirlerde. Nüfus arttıkça istekler de arttı, tüketim de doğal olarak arz da. Tabi çalışanlar için yeni iş sahalarının da türemesine neden oldu bunlar.
Açıköğretim-Genel işletme dersinin ilk ünitelerinden aklımda kalan bu terimleri nereye bağlayacağım? Tabi ki AVM'lere. Çocukken bir "Galeria" bilirdim. Sonra tek tek arttı sayı. Akmerkez, Carousel derken son 10 senede sayıları bayağı bir katlandı. Artık, şehrin beğenilmeyen köşelerinde bile AVM'ler görür olduk. Her semtte bir AVM şeklinde bir kampanya yapılsa, bu noktayı göremezdik belki de... Ama bugün karşımıza çıkan "tablö" oldukça şaşırtıcı.
Beylikdüzü de AVM denince akla gelen ilk yerlerden. Neden? Çünkü adım başı bir alış-veriş merkezi görüyorsunuz. Her durağın arkasında bir AVM. En kalabalık yer Migros (5M'li öyle mahalle arası Migros'u değil.) Herkes Migros'ta! Peki ya Beylicium, Marka City, Outlet Park?
Evet giriş katları hariç pek aktif değil bu mekanlar. Ama moda takibi için dolu mekan mı lazım? Ahaha, hiç de bile. Rahat alışverişin adresi bu mekanlar aslında.
Mesela geçen gün dedim ki kendi kendime "Neden Fransız sokağında çayımı yudumlarken bir 19. yy beyefendisi gibi görünmeyeyim?" Baktım internete ama pek bir şey bulamadım. Kendim diktireyim dedim ama İtalyan terzim "Roberto Baggio" ramazan nedeniyle anayurduna döndüğünden yine tökezledim. Sonra dedim ki kendi kendime "Aaa! Neden Beylikdüzü'ne gitmiyorum ki!"
Beylikdüzü'nün dağ esintili havasını içime çektim önce. Sonra gezmeye koyuldum. Girdim Beylicium'a! Klasik erkek giyimi üzerine bir mağazaya girdim. Elimde de google görselden aldığım bir resim var. Bir İngiliz soylusu. Buna benzer bir takım elbise arıyorum. Mağaza görevlisi "Outlet ürünlerimiz şu tarafta, buyrun bakalım." dedi. Gittik reyona, karıştırıyorum bir de baktım ki süpper bir takım! "Bana göre bedeni var mı!?" diye sordum, sağ olsun mağaza görevlisi aradı buldu. Üstü biraz tozluydu. Kuru temizlemeye yolladılar. O sırada ben de gezeyim dedim. Bir cafeye oturdum. Latte'mi tahta bir kadehten içtim. Otantik olsun diye böyle sunuyorlarmış. Tahta kadehleri de aşağıdaki Paşabahçe Outlet'ten almışlar. Kahveden sonra bir takım da kendime aldım. Sonra temizlenmiş elbisemi alarak İstanbul'a, medeniyete doğru yola çıktım.
Evet, moda yeni bir şey sunmak. Sonra o başka bir yeni şey sununca eskiyi dolabın derinliklerine atma işi. Ama unutulmasın ki dolabın derinliklerindekiler bir gün yeniden "yeni moda" olacak. İşte Beylikdüzü'ndeki boş ve unutulmuş AVM'lerde 10 yy önceye kadar her günün modasını bulmak mevcut. Keşfetmeniz gereken bambaşka bir dünya orası. Boş, yalnız, ıssız, eski ve bakire yerler, Beylikdüzü AVM'leri...
Buğra "Ceyyar" Ö.
Artık toplum modern peygamberlere ihtiyaç duyuyor
İddialı bir söylev değil mi? O halde biraz ameliyatla bu cümlenin içini, nasılını, olurunu görelim. Tarihin en buhranlı, en kendini bilmez, en belirsiz jenerasyonuyuz. Kendimizle olan mücadelemiz, kendimize olan nefretimiz artık histerik çığlıkların kıyısında, ağlamaklı dandik bir suratla ayna karşısında antreman yapmaktan öteye geçti. Sapla samanı birbirinden ayıracak zekaya ve iradeye sahip değiliz artık. Her şeyin miks halini yaşıyor, her şeyin kombine olanını tüketiyoruz. Saflığa olan inanç mı? güldürmeyin beni. Saflıktan söz edeni döverler, vururlar. Artık insanlara kızıyoruz, sokaktan geçen arabaya, uzayda yeni doğan yıldıza bile kızabiliyoruz. O kadar kızgınız ki kendimize her baktığımız yerde kendimizi görüyoruz. Ve öfke duyduğumuz şeyler arasından birisinin, birilerinin çıkmasını umuyoruz. Söylenmeyeni söylemesini, yapılmayanı yapmasını. Bütün beynimizi kendi afyonu ile uyuşturup, yaşamadığımız bir bilinci bile vermesini diliyoruz.
Ellerimizin kirlendiğini unutacağız, yaptığımız onca haksızlığı, aşkın ve sevginin içine sıçışımızı, annemizi, kardeşimizi, sevgilimizi aldattığımızı, çocuk masallarının üzerine işediğimizi, dualara lanet ettiğimizi, birinin bütün hayatını bağladığı ufacık bir umudu bile sikertip attığımızı unutacağız. Masum ilan edeceğiz kendimizi, olmamış sayacağız. Aradığımız şey bize bunların hepsini unutturacak, kıyısından bile geçmeyeceğiz bunların. Şimdi günahlarımızın affedilmesi için, karanlıktan aydınlığa çıkmak için nefret ettiğimiz şeylerin arasından bir umut doğmasını belkiyoruz. Masumiyetin en saf halinin içindeki minicik zerreyi yaşamak için bile buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz.
Ne büyük çelişki di mi? Doğru ya zaten dondurma ya da sandalyeden bahsetmiyorum; İnsandan söz ediyorum size, şaşırmamak lazım. Şimdi gidin televizyon falan izleyin.
Murat "greatdilemma" C.
Murat "greatdilemma" C.
O kadar yüksekten atlayınca BETON etkisi yapıyormuş!!
Önce sakin olun, kıpırdamayın,
Sonra üzerinizdekileri emekli olmuş striptizcilerden 100 puan alacak şekilde çıkartın, acele etmeyin.
Korku, endişe, suçluluk gibi duyguları tövbe etmiş orospunun yaptığı gibi hamamın giderinden kanalizasyona yollayın.
Rahatlayın, rahatlık sözcüğü kulağınız için 11547454 muhteşemlik gücünde olsun.
Gülmeyin, bu hazırlık ciddiyet gerektiriyor.
Rahatta dinleyin dedik sırıtmayın, ciddi olun.
Koltuktan şikayetçiyseniz bir de sandalyeyi deneyin.
Yerinizden kalkmayın, kıpırdamayın demiştim.
Gözlerinizi kapatın.
Bir yer düşünün şimdi.
Kendinizin uzağında, bir çok kez gittiğinizi hissettiğiniz ama gerçekte hiç erişmediğiniz bir yer.
Şimdi terkettiğiniz bütün duyguları geri toplayıp, karıştırıp, 10 megatonluk bir bomba patlatın beyninizde.
Sonra tekrar İnsani vasıflarınızı yavaşca kenara koyun.
Ruhunuzu bedeninizden çıkarın.
Gözlerinizi açın.
Kenara gelin.
Yavaşça kendinizi boşluğa bırakın.
Hızlanın.
BETON'a çarpın.
İyi günler.
Murat "greatdilemma" C.
Türk metalcisi vs Youtube'ta gitar çalan kız
"...ve tüm erkekler bir gün buruşacak. Önemli olan, geriye baktığımızda yüzünü güldürebildiğimiz kaç kızın olduğu?"
-Sırp Kozmonot ve pop şarkıcı- "Alexander Kovacevic"
Avcılık psikolojisi ile hareket eder bizim metalcimiz. Grindcore da dinlese bilgisayarında "Nightwish" ya da "Epica" bulunur daima. Çünkü bir gün ona ihtiyaç duyacağını biliyordur. Çünkü çiftleşmek onun için önemlidir.
Ancak gel gelelim kafasının içinde o an av arama isteği olmadığında farklı durumlar ortaya çıkıyor. Deneğimiz youtube.com'u tıklıyor. Sevdiği gruplardan birinin vidyosunu açıyor. O an köşede gördüğü vidyo ismi ve elinde gitar olan kız figürü engel olamayacağı, kıvrak bir parmak hareketiyle vidyoyu tıklattırıyor. Vidyomuz açılıyor. Klasik, hemen her gün dorock, caravan gibi mekanlarda görebileceğimiz 30 yaş üstü erkek hastası 18'lik metalci kızımız çıkıyor. Saçları siyah ve uzun. "Devildriver-Clouds Over California" diyor videoda. Başlıyor çalmaya. Öyle aman aman bir numarası yok, kötü de sayılmaz orta karar çalıyor şarkıyı.
Gencimiz farkına varmadan hormonları salgılıyor. Ama farkında değil. Hemen paylaşıyor vidyoyu arkadaşlarıyla
-Oooooooğlum kız devildriver çalıyor lan hayvanlar gibi.
+...kanka abartılacak yanı yok.
-Deli misin ya! Kız çalıyor dikkatini çekti mi!? Ve hayvanlar gibi çalıyor.
+Abi metal icra eden bayanlar var. Bunun nesi şaşırtıcı? Ayrıca zorlanarak çalıyor.
-E olacak o kadar. Kız haliyle bu bile süper.
Neden şaşırıyor? Çünkü bugüne kadar tanıdığı tüm metalci kızlar "Epica çok sağlam müzik yapıyor ya. Simone'a kız halimle bile aşığım." diyen, elinden bir bok gelmeyen, makyajlı, çirkin ve şişko kızlardı. Ama vidyodaki metalci kızımız bu figürü yıktı. İster istemez, gencimizin dürtülerini havaya geçirdi. Hormonlarıyla oynadı. Bilinçaltında ilaheleştirilmesine neden oldu. Gencimiz dışardan onu müziği için takip eden ve onu takdir eden biri olarak görünse de içten içe ona hayvani duygular besledi. Rüyalarında fantazi malzemesi oldu.
Türk metalcisinin aşması gereken çok sorun var. Abazanlık ise listenin üst sıralarında.
Buğra "Ceyyar" Ö.
Hadım Edilmeyen Harem Ağası Kim?
Hadım Edilmediği Öğrenilen Harem Ağası Kim? Nereden Geldi? Neden Hadım Edilmedi? Hangi Cariyeleri Götürdü?
Yazan: Arda "chinaski" A.
Read more
Harem-i humâyûn...
Denir ki dünyanın en güzel kadınlarının padişahın koynuna girmek için birbirinin eteğine bastığı, kuyusunu kazdığı, dedikodunun, entrikanın, ali cengiz oyunlarının gırla döndüğü adeta bir cennet bahçesi.
Ne fettanlar gelip geçmiş, ne padişahlar kukla olmuş bu kadınların uğruna...
Yine rivayet olunur ki bu kadınları zapt-ı rapt altına almak için her haremin bir “harem ağası” olur imiş. Tabi koskoca padişahın çorbasına ekmek banılmaz. Bu harem ağaları bir güzel hadım edilirmiş.
Şimdi size tarihin belki de bilerek görmezden geldiği bir mevzudan bahsedeceğim.
Harem Ağası Cemşir!
Cemşir Afrika’dan devşirme, kara yağız bir oğlan. Asıl adı Jabiri. Kadir kıymet bilen, büyüğünün sözünden çıkmayan, kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getiren Cemşir (Jabiri) zamanın padişahının gözüne girmiştir. Padişah hazretleri birgün Cemşir’i huzuruna çağırtır. Ona der ki; “Cemşir oğlum, sen pek iyi huylu, pek ahlaklı, pek temiz bir çocuksun. Bugüne kadar zinhar bir yanlışını görmedim. Bu davranışlarının karşılığı olarak seni haremime ağa yapmak isterim”
Padişah bu, sözünün üstüne söz söylenmez. Cemşir vakur bir ifade ile görevi kabul etmiş ve padişahın huzurundan ayrılmış. O sırada padişah vezirine Cemşir’in hadım edilmesi emrini vermeyi de unutmamış haliyle.
Neyse efendim, harem ortamındaki lakaytlaıklardan usanan padişah devir tesliminin yapılmasını buyurmuş. Eski harem ağası Cünnap boğdurulduğundan beri zaten başıboş olan harem sultanlarının iyice zıvanadan çıkmasını istemeyen padişah vezirine Cemşir’i “kızlarağası” ile tanıştırması emrini vermiş.
Cemşir “kızlarağası” ile tanışmaya gittiğinde büyük bir sürpiz ile karşılaşmış. Kızlarağası amcasının oğlu Hüsmen imiş. Hüsmen’de hemen Cemşir’i tanımış fakat ikisi de o an için taşkınlık yapmamışlar, devlet büyüklerinin ortamdan ayrılmasını beklemişler. Vezir efendi çıkmadan Hüsmen’e Cemşir’in bir an evvel hadım edilmesi buyruğunu salık vermiş...
İşte olaylar da aslında bu noktadan sonra başlamış. Hüsmen (ki asıl adı Kambuji’dir) ile Cemşir uzun süren bir muhabbetin ardından asıl konuya gelmişler. Cemşir sağlıklı bir erkek olduğunu düşündüğünden dolayı hadım edilmek istemediğini, bunun hayatının sonu olacağını amcaoğluna aktarmış. Hüsmen’de Cemşir’in çocukluğunu bildiğinden kıyamamış ve bu isteğini geri çevirmemiş. Ancak Padişah’a hadım işleminin gerçekleştiğini, Cemşir’in görevine başlamaya hazır olduğunu bildirmiş...
Padişah Hüsmen’e evlatlarından çok güvendiği için haberi mutlulukla karşılamış ve 10 yıl süren harem ağalığı süresince Cemşir’den bir gün olsun şüphe etmemiş. Ta ki Cemşir sarı humma hastalığına yakalanıp hakkın rahmetin kavuşuncaya kadar.
Cemşir’in ölümü hareme büyük bir matem havası sindirmiş. Harem sultanları padişahın koynuna girmek istememişler, girenler de zaten padişahı memun edemedikleri için canlarından olmuş..
Padişah bu durumdan işkillenip vezirine bu konuyu araştırmasını söylemiş ve vezir efendi uzun süren araştırmalardan sonra durumun aslını öğrenmiş. Ancak Hüsmen saray eşrafınca sevilen biri olduğundan arkası da sağlam bir adammış aynı zamanda. Vezir efendiyi tehdit etmiş. Tabi bir yandan da vezir efendinin statüsü Hüsmen’i korkutuyormuş. Para teklif etmiş. Paragöz vezir de hemen kabul etmiş ve durumun aslını padişaha ölene kadar söylemeyeceğine yemin etmiş.
Gelelim işin aslına...
Cemşir 10 yıllık süre zarfında padişahdan geriye kalan 6 gün boyunca kadınları öylesine mutlu etmiş ki harem sultanları Cemşir’i dillerinden düşüremez olmuşlar. Cemşir bir yandan harem sultanlarını zapt-ı rapt altına alırken bir yandan da aynı sertliği gece boyu süren grup seks seanslarında da göstermiş. Padişah devlet işlerinden başını kaldıramadığından hafatnın sadece tek 1 günü yanına aldığı harem sultanlarıyla 10 dakika gibi kısa bir süre iş görüp sonrasında yine işlerine geri döndüğü için Cemşir’in değeri gün geçtikçe daha da artmış.
Ve beklenmedik ölüm harem sultanlarının yıllar boyu sürecek matemine neden olmuş.
Şimdi merak ettiğimiz konu, neden bu skandalın yüz yıllar boyunca saklandığı. Öyle ya tarihin sadece iyi yönlerini değil her yönlerini ele alarak ondan birşeyler öğrenebilir, ders çıkarabiliriz.
Bu meşum olayı öğrendiğimiz an itibarı ile gün yüzüne çıkarma çabalarımız meyvesini vermiş bulunmakta. Bu önemli bilgiyi siz Beton severler ile paylaştığımız için ne kadar mutluyuz bilemezsiniz.
Not: Jabiri isminin anlamını merak edenler için (bkz. Comforter). Acaba Cemşir’in bu denli sevilmesi, el üstünde tutulması tesadüf değil miydi??
Yazan: Arda "chinaski" A.
Memur Kemal'den Yeni Hamle!
Bir süre önce Tayyip Bey'i mizah dergilerine havale eden Memur Kemal, son hamlesi ile siyaset arenasında adından oldukça yoğun bir şekilde söz ettiriyor..
Memur Kemal Bey Çemişgezek ziyaretinde sert üslubuyla dikkat çekerken, Tayyip Bey ile ilgili tespit ve iddialarına devam etti.
Referandum ile ilgili olarak; "Öyle her gördüğünüz referanduma evet demeyin. Geçmiş yılların referandum sonuçlarına bakmadan, profesyonel yardım almadan referandumda oy kullanmak, bir vatandaşın ülkesine yapabileceği en büyük kötülüklerden biridir. Ama bizler biliyoruz ki sizler kötü insanlar değilsiniz. Evet demeyeceğinizi biliyorum! Şimdi de burdan Evet oyu vermeyeceğinizi Tayyip Bey'e duyurmanızı istiyorum" şeklinde konuşurken, Tayyip Bey'i havale ettiği mizah dergilerinin ne yazık ki hayalindeki kadar etkili olamadığını bildirdi.
Memur Kemal konu ile ilgili olarak; "Biliyorsunuz bir süre önce Tayyip Bey'i bir takım mizah dergilerine havale etmiştim. ancak bugün görüyorum ki bu girişimimiz meyvesini etkili bir biçimde vermiş değil. Ne yapabilirz diye düşündük? Nasıl yapsak da halkımıza bu doğrultuda hizmet etsek dedik. Ve o sırada Baterist oğlum çıka geldi. Taksim'de rock barlardan tanıdığı birkaç arkadaşının mizah ile alakalı birşeyler yaptığını söyledi ve baba dedi bu çocuklar bu işi yapar. Bende şimdi diyorum ki, Ey Tayyip Bey!! Seni BETON'a havale ediyorum!"
Konuşması coşkuyla karşılanan Kemal Bey konuşmasının ardından yöre halkından birkaç bebeği sevip birkaç teyzenin elini öperek Cemişgezek'den ayrıldı.
Read more
Memur Kemal Bey Çemişgezek ziyaretinde sert üslubuyla dikkat çekerken, Tayyip Bey ile ilgili tespit ve iddialarına devam etti.
Referandum ile ilgili olarak; "Öyle her gördüğünüz referanduma evet demeyin. Geçmiş yılların referandum sonuçlarına bakmadan, profesyonel yardım almadan referandumda oy kullanmak, bir vatandaşın ülkesine yapabileceği en büyük kötülüklerden biridir. Ama bizler biliyoruz ki sizler kötü insanlar değilsiniz. Evet demeyeceğinizi biliyorum! Şimdi de burdan Evet oyu vermeyeceğinizi Tayyip Bey'e duyurmanızı istiyorum" şeklinde konuşurken, Tayyip Bey'i havale ettiği mizah dergilerinin ne yazık ki hayalindeki kadar etkili olamadığını bildirdi.
Memur Kemal konu ile ilgili olarak; "Biliyorsunuz bir süre önce Tayyip Bey'i bir takım mizah dergilerine havale etmiştim. ancak bugün görüyorum ki bu girişimimiz meyvesini etkili bir biçimde vermiş değil. Ne yapabilirz diye düşündük? Nasıl yapsak da halkımıza bu doğrultuda hizmet etsek dedik. Ve o sırada Baterist oğlum çıka geldi. Taksim'de rock barlardan tanıdığı birkaç arkadaşının mizah ile alakalı birşeyler yaptığını söyledi ve baba dedi bu çocuklar bu işi yapar. Bende şimdi diyorum ki, Ey Tayyip Bey!! Seni BETON'a havale ediyorum!"
Konuşması coşkuyla karşılanan Kemal Bey konuşmasının ardından yöre halkından birkaç bebeği sevip birkaç teyzenin elini öperek Cemişgezek'den ayrıldı.